24 Kasım 2024
Bu hafta Karar gazetesinin web sitesinde aşağıdaki haberi okuduğumda hiç de şaşırmadım:
Gallup’un “Global Emotions” raporuna göre Türkiye, dünyanın en sinirli ikinci ülkesi olarak belirlendi. 100 ülke arasında yapılan araştırmada Türkiye, yüzde 48 ile en yüksek sinirlilik oranına sahip ülkeler arasında yer aldı. Rapor, Türkiye’deki yüksek enflasyon ve otoriterleşen yönetimin öfke düzeyini artırdığını ortaya koydu.
Dünya çapında yapılan bir araştırmaya göre Türkiye, dünyanın en sinirli ikinci ülkesi oldu. Dünyada Türkiye’yi Ermenistan, Irak, Afganistan, Ürdün, Mali ve diğer başka ülkeler takip ediyor. Avrupa’nın birincisi Türkiye. El Salvador ise dünyanın en mutlu ve pozitif ülkesi seçildi.
Raporda “Şiddetin yükselişinde ataerkil kültürün, eğitim sistemindeki eksikliklerin ve kötüleşen sosyoekonomik koşulların doğrudan etkili” olduğu belirtiliyor.
Öfkenin artmasında kültürel gen kodlarımızın etkisi bir gerçek; 2018 yılında başlayan, giderek derinleşen ve kalıcı hale gelen ekonomik krizle birlikte kurumlara karşı güvensizliğin artması ve adalet sisteminin çökmesi toplumsal çürümeyi beraberinde getirdi ve insanlarımız ciddi bir öfke sarmalı içine düştü.
İnsanoğlunun en büyük korkusu yaşamıyla ilgili endişesi olmuştur. Kendisini güven içinde hissedeceği koşullarda yaşamak istemiştir. Bunun için kişilerin ve kurumların arkasından gitmiş, onlara sığınmıştır.
ASAL araştırma şirketinin Eylül 2024 yılında yaptığı bir araştırmada insanlarımızın kurumlara karşı ciddi bir güven sorunu yaşadığı görülüyor. Halkımızın %19,7’si orduya, %16,5’i polise, %11,1’i Cumhurbaşkanlığı’na, %10,2’si TBMM’ye, %2,0’sı Diyanet’e, %1,4’ü yargıya, %1,0’ı politikacılara güvenirken %18,2’si hiçbir kuruma güvenmiyor.
Yasama, yürütme ve yargı kurumlarına duyulan güvensizlik ve yaşam koşullarının giderek ağırlaşması tahammülsüzlüğe, gelecek endişesine yol açıyor ve öfkeyi arttırıyor. Öfkenin kadın cinayetlerine, gençler arasında şiddete, başta futbol olmak üzere spora ve siyaset diline nasıl yansıdığını her gün yaşıyoruz.
Dizginlenemeyen kayırmacılığın ve enflasyonun gelecekle ilgili yarattığı endişe, başta siyasi kurumlar olmak üzere kurumlara karşı güvensizliği ve öfkeyi tetikliyor. Bu ruh hali insanlarımızı başka çıkış yolları aramaya sürüklüyor. Ne yazık ki bu çıkış yolu etik ve ahlaki değerlere uygun bir çıkış yolu olmuyor.
Süleyman Demirel’in 1991 yılında muhalefet partisi lideri olarak söylediği “Türkiye’nin birinci sorunudur enflasyon. Hakikaten bugün, enflasyon dediğinizi halk günlük yaşar, halkın birinci sorunu geçim sıkıntısıdır. Esas enflasyon devletleri yıkan bir olaydır. Milletleri içinden bozan bir olaydır. Enflasyon sadece pahalılık olayı da değildir. Ahlakı bozar, borcu olan borcunu ödemez, alacağı olan alacağını alamaz. Hırsızlıktan, soygundan, fuhuşa kadar hemen hemen bütün yolları açar…” sözlerinin ne kadar anlamlı olduğu anlaşılıyor.
Öfke ve ahlaksızlık sarmalından kurtuluşun, huzur ve refaha varışın yolu siyasetçilerden ve siyasi kurumlardan geçecek. Ancak bugün siyasete egemen olan zihniyet değişmeden öfke sarmalı bitmeyecek, barış ve mutluluk gelmeyecek.
Artık “köye” dönüşen bir dünyada, sadece ülkesi için değil, aynı zamanda insanlık için de mağdurdan ve yoksuldan yana siyaset yapmayanların ülkelerine ve dünyaya verecekleri hiçbir şey yoktur.
“Komşusu açken tok yatanlar bizden değildir” söyleminin gereğini yapmayanlar, “Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan” bir dünyayı yok sayanlar olduğu sürece öfke dinmeyecek.
Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir dünya için uğraşanlar! “Öfkeniz”, umudunuz ve gücünüz daim olsun.
Dostlukla kalın
20 Ekim 2024
Yurt dışına seyahate gidenler gezecekleri yerlerin güvenli olup olmadıklarına bakar ve programlarını buna göre yaparlar. Tur şirketleriyle gidenler ise rehberin uyarılarını dikkate alırlar. ”Gündüz şu bölgelerde çantanızı önünüze alın gece dışarı çıkmayın” gibi tavsiyelerle karşılaşırlar.
Türkiye’de değişik zamanlarda güvenlik sorunları yaşandı. Terör olaylarının arttığı dönemlerde özellikle Doğu ve Güneydoğu'ya gitmenin sakıncalı olduğu, büyük şehirlerde kapkaççılık ve gasp olaylarının sıkça yaşandığı dönemler hepimizin malumudur. Ancak, günümüzde terör olaylarının azaldığı ve kapkaççılığın neredeyse ortadan kalktığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu, ilk bakışta olumlu bir tablo çizse de, aslında daha derin ve karmaşık güvenlik sorunları ortaya çıkmış durumda
Bugün, hukuki ve ahlaki kuralların yok sayıldığı, sokak çetelerinin toplumun güvenliğini tehdit ettiği, hatta emniyet güçlerini ve yargı mensuplarını bile sindirmeye çalıştığı bir dönemdeyiz. Öğretmenlerin okul müdürlerine silah doğrultabildiği, kadın cinayetlerinin ve çocuk istismarlarının arttığı, "Yenidoğan Çetesi" gibi yeni suç ağlarının günümüz Türkiye’sinin bir gerçeği haline geldiği bir dönemde yaşıyoruz. Tüm bu gelişmeler, toplumun genel güvenlik algısını sarsmakla kalmıyor, aynı zamanda bir ülke olarak geldiğimiz noktayı da sorgulatıyor.
Uluslararası endeksler Türkiye’nin sosyal ve siyasal açıdan geriye doğru gittiğini toplumun bugününe ve geleceğine korku ile baktığı ahlaki, sosyal ve siyasal bir çöküşün içinde olduğunu gösteriyor.
MetroPOLL Araştırma'nın kurucusu Özer Sencar’ın Ekim ayında sosyal medyada paylaştığı verilere göre, farklı sosyal ve siyasal gruplarda Türkiye’nin güvenli bir ülke olmadığı yönündeki düşünceler giderek artıyor. 2023 yılında halkın %55.2’si güvenli bir ülkede yaşadığını düşünürken, 2024 yılında bu oran %39.1’e düşmüş durumda. Özellikle iktidar partilerine oy veren seçmenler arasında 2023’te %84 olan güven hissiyatı, 2024 yılında %60’lara geriledi. Muhalefet seçmenlerinde ise bu oran %29’dan %17’ye düştü.
Bu araştırma, farklı siyasal kimlikler arasındaki güvenlik algısında giderek büyüyen uçurumu da gözler önüne seriyor. İktidar seçmenleri arasında bile güvenli bir ortamda yaşadıklarına dair inancın azalması, yönetim becerilerinin sorgulandığı bir noktaya geldiğimizi gösteriyor. Fakat daha da önemlisi, bir kesim kendini nispeten güvende hissederken, muhalefet seçmenlerinin güvenlik kaygılarının giderek artması. Bu durum, ülkede derin bir kutuplaşmanın ayrışmanın ve ötekileşmenin işareti.
Yazımın başlığını “Güvendeyim, Güvendesiniz, Güvendeler” koymamın nedeni tam da bu ruh haliydi. İktidara yakın olmak bir avantaj mı? Yaşadıklarımız iktidarın hizmet anlayışını seçmenlerin siyasi tercihlerine göre öncelediğini gösteriyor. Devleti yönetenlerin yurttaşlarına eşit ve adil davranmadığı ortada. “Uyanda balığa çıkalım” diyenlere hak veriyorum. Evet, iktidar olmak böyle bir şey: Her zaman kendi yandaşlarını koruma güdüsü var. Ancak bugün yaşadığımız durum, daha önce karşılaşmadığımız bir noktaya geldi. “Bu kadarı da olmaz” dediğimiz şeylerin sıradanlaştığı bir dönemde yaşıyoruz.
En büyük endişem ve korkum bu zihniyetin toplumda normalleşmesi. Kutuplaşmanın, ayrışmanın ve çatışmanın artması, bir ülke olarak bizi “ortak vatandaşlık” ruhundan uzaklaştırıyor. Toplum olmanın temelinde yatan güven, dayanışma ve birlik duygusu giderek aşınıyor.
Çıkış yolu var mı? Her karanlığın bir aydınlığı, her olumsuzluğun bir çıkış noktası vardır. Hangi ideolojiyi savunursa savunsun, iyilerin kötülere, mazlumların zalimlere, merhametlilerin merhametsizlere karşı sesini yükseltmesi gerekir. Siyaseti toplum için yapanlar, kendileri ve yandaşları için yapanlara karşı seslerini yükseltirlerse huzur, refah ve adalet sağlanacaktır. Dostlukla kalın.
06 Ekim 2024
Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, hem uluslararası siyaseti hem de ülke siyaseti yakından takip eden değerli bir bilim insanıdır. Onun, AK Parti'nin iktidara gelmeden önce "Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele" olarak bilinen "3Y" söyleminin bugün geçerliliğini yitirdiği ve buna yozlaşmanın da eklenmesi gerektiği tespiti, günümüz Türkiye’sinin en önemli sorunlarından birine işaret ediyor. Kalaycıoğlu'nun bu analizi, toplumsal çürümüşlüğü anlamak adına oldukça aydınlatıcıdır.
AK Parti “3Y”, şeffaflık, liyakat, demokratikleşme, ceberrutdevlet karşı olma vb. gibi vaatlerinde samimi olsaydı Türkiyebugün çok farklı bir yerde olabilirdi.(AK Partinin samimiyeti ve AK Partiye karşı muhalefetin siyaset tarzı ayrı bir tartışma konusu)
AK Parti, 22 yıllık iktidarı boyunca, yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele iddiasından uzaklaşarak, yozlaşmanın da ötesine geçerek toplumsal bir çürümeye yol açtı.
22 yıllık iktidarın ekonomiden hukuka, sosyal hayattan siyasete kadar yarattığı tahribatın toparlanması zor olabilir. Ancak eğitim ve kültürel değerler üzerinde bıraktığı derin izlerin düzeltilmesi çok daha uzun yıllar alacak gibi görünüyor.
Hayat tecrübelerim, insanların üç temel korkuyla hareket ettiğini gösterdi: toplum tarafından dışlanma korkusu, hukuk karşısında cezalandırılma korkusu ve inananlar için Allah korkusu.
Eskiden yalan söylemek bir utanç kaynağıydı, yüzler kızarırdı. Ancak bugün, yalan söylemek adeta meşrulaştı. Eskiden yasadışı işler yapıldığında bir ceza alınacağı korkusu vardı; şimdi ise bir "dayın" varsa, korkmana gerek yok. Haksız olanlar rahatlıkla işlerini hallederken, haklı olanlar mahkemelerde mağdur oluyor. Hukukun olmadığı yerde mafya devreye giriyor, insanlar sorunlarını gayri yasal ilişkilerle çözmeye çalışıyor.
Allah korkusunun toplumda giderek yok olduğunu görmek, işin en üzücü yanı. Artan kadın cinayetleri, çocuklara yönelik cinsel taciz, ahlak dışı sosyal ve ekonomik ilişkiler, bu çürümüşlüğün en acı verici sonuçlarından sadece birkaçı. Tüm bunları örterek meşrulaştırmaya çalışan siyasi aktörler ise yozlaşmanın bir parçası haline gelmiş durumda. Dinin siyasileştirilmesi ve ticarileştirilmesi, bu çürümüşlüğü derinleştiren diğer bir faktör oldu.
Yozlaşmayı yaratan siyaset kurumu ve siyasi aktörlerdir; ancak çözüm yine siyaset kurumundan gelecek. Bu noktada, AK Parti’den veya diğer muhalefet partilerinden bu sorunu çözmelerini beklemek hakkımız. Ama iktidar ve muhalefet partilerine egemen olan zihniyetle bunun mümkün olabileceğini düşünmüyorum.
Çünkü siyaseti sadece sosyal statü ve rant için yapan, "siyaset esnafı" siyasetçiler mevcut düzeni koruma derdinde. Yolsuzluk, yoksulluk ve yasakların kaynağı da işte bu zihniyetin siyasete egemen olmasıdır.
Değişim söylemleriyle iktidarda kalmak isteyenlerin samimi olmadıklarını, bu rant ve pozisyon düzenini engelleyecek reformlar yapmayanların da iyi niyetli olmadıklarını görmemiz gerekiyor.
Bu coğrafyada iktidarların yozlaşması ve toplumsal çürümüşlüğüne karşı her zaman direnenler oldu. Siyasetin ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve riyakâr söylemlerine rağmen toplumsal dayanışmamız hâlâ sürüyor. Bu dayanışma var olduğu sürece umut da var demektir. Umudu yükseltmek ve toplumsal çürümeye karşı mücadeleyi sürdürmek için çabamıza devam etmeliyiz.
Türkiye’nin kurtuluşu, samimi ve adil bir siyasetin inşa edilmesinden geçiyor. Toplum olarak bu yozlaşmaya karşı ahlaki değerlerimiz koruyarak direnmeye devam etmeliyiz. Umut, en büyük gücümüz olmaya devam edecek.
Dostlukla kalın
15 Eylül 2024
“Nimet ve Külfet” günlük yaşamda sıkça kullanılan Arapça kökenli sözcüklerdir. Türk Dil Kurumu’na göre “nimet” iyilik, lütuf, ihsan; yaşamak için gerekli her şey; yiyecek içecek, özellikle ekmek; yararlanılan imkân anlamlarına gelirken “külfet” kelimesi de sıkıntı, zorluk; büyük masraf olarak tanımlanır.
Yaşamımızın her adımı, aldıklarımız ve verdiklerimiz nimet ve külfet ile ölçülür. Gün içinde verdiğimiz emek, koşturmalarımız,akıttığımız ter ve yaşadığımız stres işin külfetidir. Bu külfetin sonunda elde ettiğimiz nimet ise yaşamımızı sürdürmek için gerekli ihtiyaçlarımızı karşılayan değerdir.
Bir yakınımızın, dostumuzun ya da meslektaşımızın acısını paylaşmak, sorunları ile ilgilenmek ve yardımına koşmak, derdine dermen olmak emek gerektirir ve bu bir külfettir. Ama sonrasında onlardan bir teşekkür almak kişinin mutlu olmasına hayata bağlanmasına vesile olan maddi karşılığı olmayan duygusal bir nimettir.
Türk Dil Kurumuna göre siyaset “devletin idari kademelerinde yer alan politikacıların ülkenin yönetimi, ekonomisi ve güvenliği kapsamında sürdürdüğü çalışmalar” olarak tanımlanıyor. Siyaset ile uğraşanlar ise; “karşısındakinin duygularını okşayarak çıkar sağlayan kimse” olarak nitelendiriliyor.
Siyaset kurumu ve siyasetçiler; ülkenin ve toplumun yaşadığı sorunlara çözüm üretir ve üretilen politikanın uygulamasını sağlarlar. Reel siyaset yani siyasi partiler ve sivil siyaset yani sendikalar ve meslek kuruluşlarının varlık nedeni budur.
Her iş ve eylemde olduğu gibi siyaset ile uğraşmak da bir emektir, yani bir “külfettir”. Ailenden, dostlarından, işinden ayırdığın zamanı topluma ve ülkene vakfetmektir. Bu emeğin, “külfetin” tek bir karşılığı vardır. Bu karşılık kimilerine göre insanların duasını kimilerine göre teşekkürünü almak ve takdir edilmektir.Siyaset ile uğraşmak duygusal olarak nimet maddi anlamda külfettir.
Peki, ülkemizde siyasi partiler, sendikalar ve melek kuruluşlarındaki yöneticiler nimet ve külfet ikilisinin neresinde duruyorlar? Yıllardır yöneticiliği ve milletvekilliğini bırakmayanların, hem il örgütünde hem de genel merkezde yöneticilikten vazgeçmeyenlerin fedakarlıklarının arkasında ne yatıyor? Bu külfete katlanmalarının nedeni ne? Sorunun cevabı tek bir sözcük: Çıkar. Peki bu çıkar toplumun ve ülkenin mi yoksa kendi, ailesi ve siyasi yandaşlarının mı? Bu sorunun cevabını,siyasi kurumlara ve siyasetçilere bakışın ne olduğunu Asal araştırma şirketinin sonuçları ortaya koyuyor.
Asal Araştırmanın, 26 ilde 17-27 Ağustos'ta 2 bin kişiyle yaptığı araştırmada katılımcılara "Türkiye'de en güvendiğiniz kurum hangisidir?" sorusu soruldu. Katılımcıların verdiği cevap yürekler acısı. Cumhurbaşkanlığı: %11.1, TBMM: % 10.2, Belediyeler: % 2.9 Politikacılar:%1.0. Siyaset kurumuna ve siyasetçilere karşı güven yerlerde sürünüyor. Aynı durumun sendikalar ve meslek kuruluşları için de geçerli olduğu bir gerçek.
Çıkış yolu var mı? Elbette. Her gecenin bir sabahı olduğu gibi her sorunun bir çözümü vardır. İnsan; iyi ve kötü yanları, hırsları, özlemleri ve zaafları vb özellikleri olan bir mahluktur. Demokrasi insanların zaaflarını ve kötülüklerini engelleyen bir sistemdir. Demokrasi kurum ve kurallar rejimidir. Siyaseti, rant ve statü için yapanlara karşı yapılacak düzenlemeler siyasi kurumlara ve siyasete karşı güveni sağlar ve ülkemizi uçurumun kenarından doğru bir yöne çevirebilir. Bu mümkün mü? Mümkün. Nasıl olacak? Siyaseti maddi bir çıkar için değil güçsüzü, mağduru ve mazlumu sahiplenmek ve korumak için yapacak ahlaklı insanların siyasete girmesi ile.
Dostlukla kalın
08 Eylül 2024
Neredeyse her gün bir kadın cinayeti, iş kazası, sağlık çalışanlarına saldırı, çocuk tacizi, trafikte darp, dolandırıcılık ve bunun gibi onlarca olumsuz, can sıkıcı ve üzücü olay gündemden düşmüyor.
Nasılsınız sorusuna verilen cevaplar giderek daha da olumsuz olmaya başladı. Geçmişte nasılsınız sorusuna “İyiyim, siz nasılsınız?” cevabı verilirdi. Sonrasında “Türkiye gibiyim.”denmeye başlandı; şimdilerde ise “Akıl sağlığım hariç iyiyim.” cevabını veriyoruz.
Merhametli, vicdanlı ve sağduyulu insanlar gibi benim de ruh halim böyle. Mutsuzum, yüreğim daralıyor. Yaşananlar,konuşulanlar beni ben olmaktan, beni insan olmaktan uzaklaştırıyor.
Gençliğimde huzurlu ve mutlu bir dünyada yaşayacağımı hayal ederdim. Adaletsizliklere haksızlıklara karşı bir isyan vardı. Şimdilerde tamamen tersi oldu. Kötülük her tarafı sardı.Dünyada ve Türkiye’de küçük bir azınlık varsıllık içinde yaşarken büyük bir çoğunluk yoksulluk içinde debeleniyor.
Yaşadığım coğrafyada silah sesleri yıllardır susmuyor. İnsanoğlunun kısacık ömründe neyi paylaşamadığını anlamakta zorlanıyorum. Uzun süredir ülkem ve dünyada yaşananlardan duyduğum endişe giderek artıyor. Siyasetçilerin dünya ve ülkemle ilgili yaptıklarını, konuştuklarını duyunca insanlık adına üzülmenin ötesinde korkuyorum…
Yaşlandım; belki bencilce bir istek ama torunum/torunlarım olsun, onlarla hayata tutanayım diyorum. Yaşam boyu hep birşeyleri yetiştirmekten dolayı anlatamadığım, paylaşamadığım dertlerimi, acılarım, mutluluklarımı ailemle, dostlarımla paylaşayım diyorum.
Sizleri duyuyorum; bencilce davranıyorsun diyorsunuz. Yalanın, riyakarlığın, adaletsizliğin, şiddetin, mutsuzluğun,umutsuzluğun diz boyu olduğu bir ülkede ve dünyada böyle bir şey istemek vicdansızlığın ötesinde gayri insani bir davranıştır diyorsunuz.
Haklısınız ve söyledikleriniz acıda olsa doğru. Gelgitler ve çelişkiler içerisinde günlerimiz geçiyor. Bu derin sessizliğin altındaki öfkeyi doğru mecraya akıtacak ve umudu yeşertecek siyasilere her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Sol mememizin altındaki vicdan kasları çalıştığı sürece “düşmana” inat büyük şair Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi “Gündüzlerinde sömürülmeyen gecelerinde aç yatılmayan” bir dünya için emek vermeye devam.
Dostlukla kalın.
31 Ağustos 2024
CHP’nin Eylül ayında yapacağı tüzük kurultayı hakkında gözlemlerimi, yaşadıklarımı paylaşmaya çalışacağım. Düşüncelerimi, CHP’nin yönetim kadroları ve parti üyeleriyle yaptığım sohbetler ve gözlemler oluşturuyor. Ancak düşünce dağarcığımı sadece konuşmalar ve gözlemler doldurmuyor. TÜSES’te yönetim kurulu başkanlığım döneminde Bulgu Araştırma ve Halkla İlişkiler şirketi ile CHP üyelerine yönelik 2021 yılında yaptığımız Siyasi Parti-Üye İlişkisini Anlama Araştırması’nın verileri de bu düşünceleri tamamlıyor.
Uzun bir süredir CHP’de tüzük kurultayı gündemde idi. Ancak genel seçimler nedeniyle ertelenip durdu. CHP’nin son seçimli kurultayında başta başkan adayları olmak üzere diğer kurul adaylarının vaatlerden biri de tüzük kurultayını en kısa zamanda toplayacakları ve “sorunlu” olan maddelere neşter atacakları yönündeydi.
Tüzük kurultayı yaklaşırken öneriler daha da çok seslendirilmeye başlandı. İşin ilginç tarafı medya organlarında boy gösterenlerin çoğunun yıllardır CHP’nin merkez kurullarında olmalarına rağmen tüzükteki sorunlara yönelik hiçbir adım atmamış olmaları. Ne oldu da düne kadar sessiz kalanlar şimdi tüzük ile ilgili acil önerilerde bulunuyorlar? Bunu Türkiye’de siyaset yapma tarzının ne kadar etik değerlerden uzak ve sorunlu olduğunu gösteren bir olgu olarak görebiliriz.
2021 yılında CHP üyelerine yönelik yaptığımız araştırma İstanbul, Balıkesir, Aydın, Eskişehir, Ankara, Antalya, Kayseri, Samsun, Trabzon, Erzurum, Malatya, Gaziantep ve Adıyaman illerinde gerçekleştirildi.
Araştırma sonuçlarını ve sonuçların değerlendirildiği raporu önce dört CHP Genel Başkan yardımcısına, sonrasında Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na sunmuştuk. Herhangi bir geri dönüş oldu mu sorusunun cevabını günlük siyasetin içinde olanlar sanırım bir tebessümle karşılayacaklardır.
Geçen ay TÜSES Yönetim Kurulu, tüzük kurultayına yönelik benim de katıldığım bir çalıştay düzenledi. Çalıştay katılımcıları; çarşaf liste, seçilenlerin kaç dönem görevde kalacakları, kurulların seçim kuralları, üyeliğe giriş, üyenin seçme ve seçilme kriterleri, engellilerin temsili, genç ve kadın kotası, milletvekili belediye başkanı ve Cumhurbaşkanı adaylarının ön seçimle belirlenmesi gibi konuları tartıştı. TÜSES, bu raporu CHP’nin Merkez ve İl yönetim kurullarında olan herkese iletti. 2021 yılında tespit ettiğimiz ve dönemin yetkilileri ile paylaştığımız sorunların çözümünü içeren bu raporun nasıl karşılanacağını Eylül ayı içinde yapılacak tüzük kurultayında göreceğiz.
Peki bu kurultay, seçmenin değişim talebini karşılayacak mı?Yani, siyaseti “profesyonelce” sosyal bir statü ve rant için yapanların partideki imtiyazlı durumları aynı şekilde sürmeye devam mı edecek, yoksa siyaseti toplumsal ve sosyal bir sorumluluk için yapanların önünü açan bir düzenleme mi olacak?
Bu sorunun cevabı, Türkiye’de siyasetin kirlilikten kurtulup etik bir anlayışın egemen olduğu bir siyasete geçilip geçilmeyeceğini gösterecek. Aynı zamanda toplumun siyasi kurumlara ve siyasetçilere yönelik güvensizliğinin son bulup bulmayacağını ortaya koyacak.
Değişimi kendi içinde başaramayanların iktidar olmaları mümkündür ama Türkiye’nin sorunlarını çözmeleri mümkün değildir. Türkiye’nin bu karabasanlı günlerden çıkışı yeni bir söylem, yeni bir siyaset dili yani zamanın ruhunu okuyan bir değişim ile gerçekleşebilir.
İktidarda olanlar genellikle değişimden yana olmazlar. Kurulu düzenin sürmesi onların varoluşudur. Efesli filozof Herakleitos yüzyıllar önce “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” demişti. Değişim söylemi ile yönetime gelenlerin nasıl bir “değişim” yapacaklarını 10 gün sonra göreceğiz.
Dostlukla kalın.
24 Ağustos 2024
TBMM tatile girdi ama siyasetin harareti düşmedi. Aksine arttı. Sanki doğum sancıları çeken bir kadın gibi her an her şey olabilir…
Kartlar yeniden karıştırılacağa benziyor. Kartların yeniden karıştırılması konusunda en mahir kişi sayın Bahçeli.
Başta sayın Bahçeli olmak üzere, çoğunlukla MHP ve zaman zaman da AK Parti yöneticilerinin subliminal mesajları yoğunlaştı.
Ana muhalefet partisi CHP’de tüzük kurultayı öncesi yönetim ve yönetime muhalif olanların yıllardır konuşulan ve bir türlü adım atılmayan önerileri yazılı görsel ve sosyal medyada yer almaya başladı.
Cumhur İttifakı bileşenleri olan AK Parti ve MHP yöneticileri; ekonomik koşulların bozulduğu her dönemde yaptıkları gibi Kürt siyasi hareketi üzerinden CHP’yi karalama ve itibarsızlaştırma söylemlerini arttırdı.
Devlet yönetiminin üst kademelerinde yer alan MHP eğilimli bürokratlar alt kademelere alındı. Bu süreçle birlikte geçmişe atıfta bulunan görseller medyada paylaşılmaya başlandı.
Olup biteni siyasette bir değişim sancısı olarak okumak mümkün mü?Evet bir değişim sancısı yaşanıyor.
Soru değişimin hangi yönde olacağı. Daha da otoriterleşen bir iktidar mı,yoksa yönünü demokrasiye/normalleşmeye çeviren bir değişim mi olacak?
Değişimin yönünü toplumsal ve siyasal muhalefetin gücü ve becerisi belirleyecek. Bugüne kadar toplumsal ve siyasal muhalefetin iyi bir sınav veremediği (son iki yerel seçim hariç) seçim sonuçlarından ve seçmenin toplumsal ve siyasal muhalefete bakışından anlaşılıyor.
Birçok kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı kamuoyu araştırmalarından Cumhur İttifakı’ndan kopan seçmenin muhalefet partilerine gitmediğini gösteriyor.
Seçmen, iktidarın uygulamalarından mağdur olmasına ve zaman zaman iktidara karşı sesini yükseltmesine karşın muhalefete yönelmedi. Siyasimuhalefet henüz “Sorunlarınızı ben çözebilirim!” güvenini yaratamadı. Toplumsal muhalefet (Sendikalar, meslek kuruluşları) ise üyelerine ve kamuoyuna güven vermiyor.
İnsan Hakları, basın özgürlüğü, insani gelişme, yolsuzluk algısı, hukukun üstünlüğü, mutluluk endeksi, sağlık ve sportif vb. uluslararası endekslerde sınıfta kalan bir ülke olmaktan ve son yıllarda giderek artan sosyal, ekonomik, kültürel vs. çöküşten çıkış mümkün mü?
Her açmazın, her kötü gidişin, her çöküşün bir bitişi, sonu vardır. Bitişin ve sonun ne zaman olacağını toplumsal ve siyasal muhalefetin becerisi belirleyecek. Son yerel seçimler ve yetersiz olsa da CHP’deki siyaset tarzı ve siyaset dilindeki değişim bunun mümkün olabileceğini gösterdi.
Zamanın ruhunu doğru okuyan, toplumun değer yargılarını önemseyen, rasyonelliği toplumda değil kendinde arayan yeni bir siyaset anlayışı ve yeni bir siyaset dili eskinin bitişi ve yeninin başlangıcı olabilir. Yaşayıp göreceğiz.
Dostlukla kalın.
18 Ağustos 2024
Bizim kuşak(78 kuşağı); cumhuriyet ve 68 kuşağı gibi her şeyin en iyisini, en doğrusunu, en adilini, en eşitlikçisini isteyen ve bunun için yollara düşen bir kuşaktı. Kendisi için değil, halkı ve ülkesi için kendini feda eden bir anlayışasahiplerdi.
Bizim kuşak; gençliğin verdiği heyecan ve gözü karalılıklahangi etnik, dinsel ve düşünce grubundan olursa olsun; özgür, bağımsız, adil, eşitlikçi bir Türkiye için çaba gösterdi.Bazılarımız çözümü sosyalizmde bazılarımız milliyetçilikte bazılarımız da İslam’da aradı. Ülkemiz ve halkımız için arzuladığımız yaşamın gerçekleşmesi için farklı siyasi örgütlerde hiçbir önyargımız, beklentimiz ve hesabımızolmadan dost ve yoldaşça daha güzel günler için uğraş verdik.(Şimdiki gençlerin de aynı feda duygusu içinde uğraş verdiklerine inanıyorum. Kendi yaşadıklarım ve deneyimlediklerim üzerinden siyasetin nasıl yapıldığını siyaset yapan bazı siyasetçinin ne yaptıklarını amaçlarının ne olduğunu ifade etmek istiyorum.
Özellikle gençler ve ahlaklı insanlar “siyaseti” halkımız ve ülkemiz için yapmaya çalıştık. Ama birileri bunun dışındaydı.Birilerinin başka hesapları vardı. Bizlerin samimi duyguları ve aynı zamanda “toyluğu” birilerinin işine geldi. Gençleri ayrıştırdılar bununla yetinmediler gençleri çatışmaya sürüklediler.(Bahsettiğim dönem 1960 ve 1970 yılları. Şimdilerde ise ayrışma etnik, inanç ve kültürel değerler üzerinden yapılıyor.)
Bu birileri kim? Dünyanın bütün ülkelerinde ve özellikle de demokrasinin olmadığı tüm ülkelerde olduğu gibi iktidar olmak, ne olursa olsun iktidarda kalmak, gücü elinde tutmakve yönetmek isteyen kişiler, gruplar ve partiler. Bu kişilerin ve partilerin derdi hiçbir zaman ülkenin bekası ve halkın huzuruve refahı olmadı. Onların derdi yönetmek ve iktidarın nimetlerinden yandaşları ile birlikte faydalanmak oldu.
İktidarın nimetlerinden sadece iktidarda olanlar ve yandaşları yararlanmadı. Muhalefette olan bazı siyasetçiler de bu sistemin içerisinde yer aldılar, yer almaya devam ediyorlar.Yani farklı siyasi partilerde siyaset yapanların siyasi ve ticari işbirlikleri dün olduğu gibi bugünde sürüyor.
Bu siyaset esnafının(oligarşik grubun) amacı; temel değerlerin korunması ve ideolojilerine uygun bir siyaset yapmak değildir.Siyaset; onlar için temel değerlerin ve ideolojik söylemlerin toplumu manipüle edeceği bir söylemdir. Onlar için siyaset ne olursa olsun iktidarda kalmak ve iktidarın nimetlerinden yararlanmaktır.
“ Siyaset bu değil mi” ve “Siyaset hep böyle yapılmadı mı?”sorusuna vereceğim cevap hem evet hem hayır olurdu.Şimdilerdeki siyaset geçmişe rahmet okutacak bir vasatlıkta.Siyasetçilerin birçok vaadinin hiçbir gerçekliğinin olmaması, birbirlerine karşı kullandıkları dilin seviyesizliği, yetmezmiş gibi TBMM de yaşanan utanç verici kavgalar, dün söylenen sözlerin yok sayılıp bugün tamamen tersinin söylenmesi ve hiçbir etik değerin kalmadığı bir siyaset anlayışı…
Yaşadığımız kirlilikten çıkış yolunu bulmak için siyasetin ne olması ve nasıl yapılması gerektiği konusunda vicdanlı ve ahlaklı insanların seslerinin daha çok çıkması gerekiyor. Umarım bu mecra bir nebzede olsa buna katkıda bulunur.
Dostlukla kalın.
12 Ağustos 2024
Çoban ateşi, soğuktan korunmak için çobanın yaktığı ateş olarak algılanabilir. Bir kuytuda ateşini yakmış ve koyunlarını ateşin etrafında toplamış bir çoban, biçimsel bir tanımlamadır. Ancak "çoban ateşi" sözcüğü aynı zamanda "kurtuluşun yolunu" da ifade eder.
Türkiye’nin birçok yerinde, ülkenin geleceği konusunda yüreği sızlayan vicdanlı insanlar "Bir şeyler yapmak lazım!" diyerek; çevre, hayvan hakları, orman yangınları, kadına şiddet, çocuk tacizi gibi onlarca sorun için uğraş veriyor. Bazıları vakıf ve derneklerde, bazıları sivil toplum inisiyatiflerinde örgütlenerek, bazıları ise sosyal medya alanlarında yüreklerinin sesini dinleyerek adalet, eşitlik ve özgürlük süreçlerine destek olmaya çalışıyor.
Sevgili meslektaşım Agah, ülkenin ve dünyanın gidişatından rahatsızlık duyan her merhametli kişi gibi, "Bir şeyler yapmak lazım!" diyerek bir sosyal medya platformu kurdu ve benden de yazı yazmamı rica etti.
Sevgili Agah ile 1990’lı yılların başlarında meslek odası çalışmaları döneminde tanıştık. Bizi birbirimize yakınlaştıran ve sonrasında kadim dostluğa varan bu yakınlığımız, ideolojik bir birliktelikten kaynaklanmıyor. Mesleğimiz ve ülkemizin geleceğiyle ilgili hayallerimizin üzerine oturan temel ahlaki değerler ile sağlık felsefesindeki ortak değerler bizi yan yana getirdi.
Kadim dostuma, yazı yazmanın kolay olmadığını (benim gibi mükemmeliyetçi biri için zor) hele de bugünün Türkiye’sinde bunun daha da zor olduğunu söylediğimde, bu yolda riskleri kabullenmek ve zorlukları aşmanın insani bir sorumluluk olduğunu belirtti. Bu sözler, akan suların durması misali beni de susturdu ve klavyenin başına geçtim.
Türkiye’nin farklı illerinde yanan bu çoban ateşleri, haksızlıklara, adaletsizliklere, korumacılığa, liyakatsizliğe, nobranlığa ve her gün giderek artan ahlaki çöküntüye karşı Cumhuriyet’in aydınlanma değerlerinin ve toplumsal değerlerin yeniden kazanılmasında önemli bir işlev görecek.
Kadim dostum Agah’a çıktığı bu çetin yolda başarılar diliyorum.
Dostlukla kalın!