Bugün biraz gündelik siyasetin dışına çıkalım. Şu laiklik meselesini farklı bir bakış açısıyla irdeleyelim isterseniz.
Yani, yıllardır tekrar edilmekten anlamı aşınmış bu kelimeyi yeniden düşünelim.
Çünkü artık mesele sadece “devletle din işleri ayrı olsun mu?” sorusu değil. Mesele, bu toplumun akılla mı yönetileceği, yoksa duygularla mı sürükleneceğidir.
Burada bir parantez açmak gerekiyor: Din dediğimiz şey temelde inançtır. Ve inanç, rasyonel akla değil, duygulara dayanır.
İnsan kalbiyle inanır, aklıyla değil.
Bu, kötü ya da yanlış olduğu için değil; doğası böyle olduğu için böyledir. Ancak duygularla şekillenen bir alanın, akılla yönetilmesi gereken devlet mekanizmasına yön vermesi tehlikeli sonuçlar doğurur.
Çünkü duygu dediğimiz şey –özellikle siyasi alanda– kolayca yönlendirilir, manipüle edilir.
Sizi bir “dava” heyecanıyla harekete geçiren de duygudur; bir topluluğa ait olma hissiyle düşünmeyi bıraktıran da…
Bu yüzden, duygularla yönetilen bir ülke dış etkiler için açık hedef hâline gelir.
Ve inanın, bu açık hedef Batı’nın çok işine gelir.
Zira dini referanslarla hareket eden bir iktidarı yönlendirmek kolaydır.
Oysa rasyonel akılla yönetilen bir ülke, kolay kolay manipüle edilemez.
Bakın, İsveç’te kutsal kitabımız yakıldı; asıl hedef, Türkiye’nin duygusal damarına basmaktı. Ve basıldı da.
İşte tam burada size çok daha somut bir örnek: NAS ekonomisi. Hatırlayalım…
Çok değil, iki-iki buçuk yıl önce ekonomi, akılla değil; dini referanslarla yönetilmeye kalkışıldı.
“Faiz sebep, enflasyon sonuç” denildi, Merkez Bankası’na müdahale edildi, rasyonel para politikaları rafa kaldırıldı.
Peki sonuç?
Merkez Bankası rezervleri eksiye indi, Türk Lirası’nın itibarı yerle bir oldu, ülke döviz krizine sürüklendi.
Bugün hâlâ bu hataların bedelini ödüyoruz.
Hepimiz bu olaya şahit olduk ve gördük ki; inanç temelli, duygusal yönetimin ekonomik faturası tam bir yıkım.
Bu örnek bile tek başına, laikliğin sadece bir ilke değil; aynı zamanda bir hayat memat meselesi olduğunu anlatmaya yeter.
Çünkü laiklik, sadece Atatürk ilke ve inkılaplarından biri değil; aynı zamanda alışveriş listenize, market fişinize kadar yansıyan ciddi bir meseledir.
Yani laiklik; ekmek demek, su demek, aş demek, iş demektir.
Laiklik işte bu yüzden sadece hukuki bir mesele değil; aynı zamanda bir akıl koruyucusudur.
Dinle devletin ayrılması, bir bakıma duygularla aklın da ayrılmasıdır.
Devletin serinkanlı, hesap yapabilen, akla dayanan bir mekanizma olması gerekir.
Aksi hâlde devlet, bir cemaatin, bir grubun ya da bir inanç yorumunun elinde oyuncak olur.
Bütün bunlar apaçık gerçekken, peki biz ne yaptık?
“Dindar nesil” projesiyle yola çıktık, sonra devletin her köşesini dini cemaatlerle doldurduk.
Ve ardından, o cemaatlerden biri bir gece darbe girişiminde bulundu.
Bu yaşananlar, laikliğin askıya alınmasının sadece kültürel değil; doğrudan bir güvenlik riski oluşturduğunu gösterdi.
Bugün geldiğimiz noktada, toplumsal akıl giderek duygulara teslim ediliyor.
Eğitimde, adalette, dış politikada serinkanlılık değil; inançlara yaslanan heyecanlı çıkışlar öne çıkıyor.
Oysa bu ülkenin geleceği ancak sağlam bir sosyal zemin ve rasyonel akıl üzerine kurulabilir.
Laikliğe yeniden sarılmak sadece bir anayasa meselesi değildir.
Bu, aynı zamanda bir zihin temizliği, bir akıl tazelenmesidir.
Devletin dini kullanmadan, duygulara teslim olmadan, akılla yönetilmesi hepimizin ortak güvenliğidir.
Aksi hâlde, başka akıllar tarafından yönetilmek kader değil; ama kaçınılmaz bir sonuç olur.