Kebikeç AYDIN

Eski Hikâye, Yeni Kadro

19 Mart 2025

Bir milli güvenlik dersi kitabından konuşur gibiydi bazıları. Üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanla çevriliydi vatan. Ülke, er ya da geç iç ve dış tehditler karşısında bölünme riski taşıyordu. Gelişmekte olan ülke bir türlü sınıf atlayamıyor, aynı kısır döngüde iki asırdır gidip geliyordu. Bu döngü, bölünme fikrinin toplumun zihin dünyasından silinmesine engel oluyordu.

Bu travmalardan kurtulmak, ülkeye yeni bir ufuk açmak için biraz da 12 Eylül öncesi yürürlüğe konulan 24 Nisan kararları ile dünyaya entegre olma çabaları, regülasyonu olmayan bir sistem inşa ederken “kervan yolda düzülür” mantığıyla hükümetlerde hikmet arıyorduk.

Terör, ekonomik ve siyasi krizlerle geçen 90’lı yılların sonunda ülke, laik-dindar gerilimi üzerinden yeni bir konsolidasyona itilirken, Fas’tan Pakistan’a “Büyük ve Genişletilmiş Ortadoğu Projeleri” pazarlanmaya başlanıyordu. Rol model ise muhafazakâr demokrat kimliği ile AKP’ydi. 80’lerde başlayan regülasyonsuz liberal politikalar, 2002 sonrası özelleştirmelerle hız kazanırken stratejik hatalar devam etti. Devletin sırtına yük olduğu düşünülen kurum ve kuruluşlar satıldı, dünyada artan sıcak para dolaşımı ile inşaat sektörü üzerinden büyüyen, fakat büyümeden ziyade şişen bir ekonomiye sahip oldu ülke.

Ucuz krediler, düşük kur üzerinden görece refaha kavuşan toplum, çöle şehir inşa eden bir serabın, gerçekleşen bir düşün iştiyakıyla partilerine, dine sarılır gibi sarılıyorlardı. 2002 ile 2007 arasında madenler, Telekom, Tüpraş, limanlar gibi kritik kurumların özelleştirilmesine, tüm bu göz kamaştırıcı ekonomik tabloda birkaç çatlak ses dışında itiraz eden olmadı tabii.

367 krizinde, 28 Şubat travmalarını hatırlayan millet sandıktan bir zafer çıkardı tabii ki. İşte her şey bundan sonra başladı zannımca.

El değiştiren sermaye, kumpas süreçleriyle yıpranan ordu, 2010 referandumu ile yargıdaki FETÖ hipnozu, MİT krizi, dershanelerin kapatılması, 17/25 Aralık ve çözüm süreci derken 15 Temmuz’la ağır bir darbe aldı ülke. Devletin içine yuvalanan FETÖ, devlet gücüyle hükümeti devirmek istiyordu.

Bu sırada, 2011 yılında Suriye iç savaşı patlak vermiş, milyonlarca sığınmacı ülkeye gelmişti. 2009-2010 yıllarında muhalefetin direnmesine rağmen güney sınırımızda mayınlı araziler temizleniyor, “Kıbrıs büyüklüğündeki verimli araziler tarıma açılacak” savlarıyla itiraz edenlere—bugün olduğu gibi—vatan hainliği etiketi dağıtılıyordu. Öyle ki bu sürecin devamında CHP Genel Başkanı kaset kumpasıyla değiştirilip, BDP/HDP çizgisindeki isimler partide üst kademede görev almaya başlıyor, MHP’deki “akil adamlar” da tasfiye ediliyordu. 2007-2011 sürecindeki iki kritik nokta daha vardı: Bir, ölü doğmasına sebep olunan Demokrat Parti; iki, Yazıcıoğlu suikasti. Plan tıkır tıkır işliyor, güç tek elde tahkim ediliyordu.

2011 sonrası göç konusunda kontrolü kaybeden ülke, ümmet/hicret ekseninde dış politika çizgisiyle yoluna devam ederken, 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Olağanüstü hâl ilanı ile devam eden süreçte, 2017 referandumu ile ülkede sistem değişti.

FETÖ’nün talepleri olan harp okullarının, askerî hastanelerin kapatılması, jandarmanın tümüyle İçişleri’ne bağlanması bu kaotik sürecin içinde oldu.

Ne diyordu Mamak’ta yatan ülkücüler: “Biz hapisteyiz ama fikrimiz iktidarda.”

Tüm bunlar olurken muhalefet, iktidarın elinde bir manivela gibi açılmayacak kapıların kilidi oluyordu, her zamanki gibi. 2002 yılında erken seçim çağrısı yapan MHP lideri, 7 Haziran 2015 gecesinde sandıkta tek başına iktidarı kaybeden AKP’ye aynı saatlerde yeniden iktidar yolunu açan erken seçim çağrısını yapıyor ve iktidar ortağı olmaya yanaşmıyordu. Yine aynı zat-ı muhterem, 2016 sonlarında “Getirin anayasayı değiştirelim, başkanlık rejimine geçelim” diye kürsüleri yıkıyordu.

Mühürsüz oyların geçerli sayıldığı 2017 referandumuna itiraz etmeyen CHP ve diğerleri de kurdukları masada kaybedecekleri bir adayla seçime girerek yine iktidara can suyu taşımakla meşgul oluyorlardı, 2023 baharında.

Bu arada, AKP sonrası dönemi dizayn etmek isteyenler, aynı prototip bir adayı Beylikdüzü’nden Türkiye gündemine taşıyor ve kurtarıcı lider olarak pazarlıyorlardı.

Hülasa, 2025 Türkiye’sinden görünen manzara şudur:

2018 yılından itibaren çökmüş bir ekonomi, fonksiyonunu yitirmiş bir meclis, liyakatin olmadığı devlet hiyerarşisi, ihale/kara para zengini türedi bir sınıf, sınır güvenliğinin olmadığı ve milyonlarca sığınmacının yaşadığı bir toplum, suçluların ve başıboş köpeklerin insan hayatına kastettiği sokaklar, ülkenin kurucu değerlerine ve kimliğine savaş açmış trol çeteleri ve görevliler, sükût suikastine kurban giden haysiyetlerimiz…

Daha acısı ve şaşırtıcı olmayanı ise; muhafazakâr/İslamcı tandasla İslam’ın, milliyetçi ideolojiyle vatan fikrinin, Atatürk fikriyatıyla ülkenin kurucu değerlerinin imhası sağlandı.

Teröristin kurucu önder, kurucu liderlerin “iki ayyaş” olduğu yerde, Kuvâ-yi Milliye’nin devamı olanlar el yükseltip devlet teklif ediyorlar birilerine. Kuzey Irak’ta güvenli bölge oluşturulurken, PKK’ya Suriye’nin kuzeyinde devlet kurduruyorlardı. Bizimkilerin yükselttikleri ellerle Emevî Camii’ne Antep halıları seriliyordu sadece.

Elin bağından başkasına üzüm vermek hoştur, ama biz sarhoş olamayacak kadar ayık; başkasının malı olarak gördükleri bu vatanın Tekâlif-i Millîye ile kurulduğunu unutmayacak kadar inançlıyız.

Şimdi sormak istiyorum:

Hangi masala, oyuna, masaya inanmaya devam edip bu kurguya yem olmaya devam edeceğiz?


 

HAKİKAT DUVARI YIKAN İKTİDARIN SİNCAN TANKLARI

10 Şubat 2025

Küçüktüm, küçücüktüm diye başlayan bir nazım şiirindeki gibiydim. Çocuk aklı unutur, hatırlamaz, oyun zanneder güler geçer sanırdım, geçmedi. Ne kitaplardan okuduğum Prag baharını ezen Sovyet tanklarını ne de televizyondan izlediğim Sincan tanklarını unuttum ve zamanla gördüm ki Prag baharını ezen Sovyet tanklarından fazla bir farkı yoktu Sincan tanklarının.  Şimdilerde ne oluyor biliyor musunuz; dün iktidarı ezen Sincan tanklarının yerini, iktidarın yanlışlarına sesini yükselten vicdanlı bireyleri ezen sivil, aydın, muhafazakâr/liberal demokrat, dindar sivil toplum örgütleri, iktidarın sincan tankları olarak eziyorlar baharda açan çiçekleri.  Küçüktüm, küçücüktüm, büyüyecektim ezdiler.

Bahar geliyor, yeşerecek ümitler, demokrasimiz boy verecek diye umutla sandığa gidip %47'leri-58'leri gömen sizleri ezdiler.  Yok sayıyorlar artık sizleri de. Habis bir ur gibi sadece bizi değil, içten içe kendilerini yiyorlar artık. Yazık ki Düşmanı yenen orduların içerde hain avına çıkması gibi, gölgesinden korkan bir ruh halindesiniz.  Kanuni'nin maddi ve manevi doyuma ulaşan bir toplumu hizaya çekmek için kanunlarla düzen kurmaya çalıştığı Osmanlı gibiyiz ve ayarın çoktan kaçtığının farkında değiliz.  Hürremler entrikalarını haremlerinden sokaklara taşırmış, Rüstem paşalar sarmış sarayları.
Sokaklardaki imansızlığımızı mekanın temizleyeceğini düşünerek o şaşalı sarayların dibine inşa ettiğimiz modern/nezih/elit camiler...
İte kaka çıktığı minberde kendi sesini duyamayacak kadar imanı eksilmiş bir imam...
Hakikatı solmuş bir mihrap...
O mihraba tüm yüzsüzlüğüyle yüz vurup, içindeki son hakikat kırıntısıyla sana yalvaran bizler.  Hepimiz aynı saftayız, yanyana  omuz omuza. Değil kanunları, Allah'ın kitabını kalplerinden, gözlerinden, vicdanlarından sakınanlarla aynı camilerde aynı saftayız. Ali kafirdir diye onlarca yıl hutbelerde zihin yıkayan emevi zihniyetinin imansızlığında eşitlendik hepimiz.  Zahiren eşitlenirken onlarla, senin dinini dilimizde, kalbimizde sessizce  zikredip, geleceğine inandığımız güzel günler için umudumuzu bir gonca gibi sakınıp korumaya çalışırken, yaktılar camileri, yıktılar kütüphaneleri, dilimizi aldılar bizden. Seni her gün aynı inançla anarken dilimizi aldılar önce. Kıstılar sesimizi. Fikirlerin dilsiz de yayıldığını bildiklerinden vicdanlarımızı susturmak için deli diye damgalamaya çalıştılar. Hakikat dolu fikirlerimizi kılıçlarının uçlarındaki kuran sayfaları yaptılar. Moğol istilasına uğramış Bağdat'a çevirdiler hakikatlerimizi.  Hakikatin yıkıntıları dolaşırken keyifle, enkaz devraldık dediler öncekiler  gibi, adımız hıdır geldiğimiz noktada elimizden gelen budur; size daha iyisini vadedenler sapıtmışlardır dediler.  Görmediler, görmek istemediler. Kendi yıktıkları hakikatlerin üzerine inşa ettikleri sahte cennetlere kurulup işler yolunda demek ve bunu cümle aleme kabul ettirmek, karşı çıkanları susturmak için kendi iktidarlarının sincan tanklarını yarattılar. Yıkamadıkları hakikatleri, sahte belgeler, uydurma tanıklar, yalan haberlerle yıkmaya/itibarsızlaştırmaya çalıştılar.  Biz şimdi dün Moğolların bugün batının istilasında yıkılan Bağdat gibiyiz, ali kafirdir diyen imamı duyan ama sesini çıkarmayacak kadar imanı noksan müslümanlardanız.  Küçüktüm küçücüktüm. Hiç büyüyemedi umutlarım, ezdiler, prag baharını ezen sovyet tankları gibi iktidarın sincan tankları da ezip geçti içimizde açan goncaları. Sustum, duyduğum yalanlara alıştı kulaklarım.  Paletlerin unufak ettiği gerçeklerin üzerine inşa edilenleri kanıksadım. Boşuna dememişti ünlü düşünür: "gözün gördüğüne beyin alışır." diye.  Alıştım, alıştık.Aartık omuz omuzayız aynı safta, aynı imansızlıkla.
Hakikati solmuş mihrabımızın. Kıble diye önünde eğilip kalktığımız, ceplerimiz doldukça dev aynasında büyüyen benliğimiz olmuş da haberimiz yok.  Sen bizleri affet, dilimize Hz.Ali'nin, kalbimize Hz.Ömer'incesaretini ver.
Son anımızda tüm kirlenmişliğimize rağmen hakikatisöyleyecek bir nefes ver bize.
 

Başlayanlar İçin Önsöz

21 Ocak 2025

Başlayanlar İçin Önsöz

Ruhumu alıp bir yerlere saklamak isterdim. Gözden uzak raflarda, tozlanan bir kitabın küf ve kâğıt kokusuna… Kış ikindilerinin, ısıtmasa da küf ve kâğıdın yaşanmışlığını makul gösteren sıcaklığına mesela. Mesela akıl ile kalbin birbirine en yakın olduğu bir ana… Ama maskelerle yaşarken saklanmak niçin, değil mi? Filtreler her derde deva, filtre kahveli eller her konuda mahirken üstelik.

Neden mi saklamak isterdim ruhumu? Çünkü insanın kendisi olmakla yaşamak arasındaki en uzun mesafenin çağındayız artık. Yapay zeka, olağan olanı sıradanlaştırırken her şeyi bilen bir üst akıl icat etti. Duyguyu nesneye, aklı bir veri işleme makinesine dönüştürdü. Çünkü hakkıyla yaşamanın, insan olmanın erdemini idrak edememenin sancılarıyla büyüyoruz. Alfabenin sonundan sesleniyor dünya: Z kuşağı… Her şeyi biliyoruz. Sesli komutlar, dokunmatik ekranlar, sanal gözlüklerle hayali ekranlarda, dokunmadan yaşıyoruz içimize.

Mesela bilir misiniz Halepli Türkmen Ahmet Amca’nın 80 yaşında yaşamak zorunda kaldığı sığınmacı mahcubiyetini? Hiç dokunabildiniz mi bir insanın hayatına? Ruhunuzu “ülke gerçeği” denilen TikTok bataklığından, kaybolan hikayelerin ve durumların Instagram’ından kurtarabildiniz mi? Birisinin yüzüne uzaktan dikkatle bakıp, onu okudunuz mu; küflü bir kâğıt kokusunu duyumsar gibi? Mesela şairin dediği gibi ölümle paslanmış buldunuz mu sesinizi? Dilinizde pas tadı bırakan acıları, kırıkları hissetmeyeli ne kadar oldu, mesela?

Unutmamak için döndüm kendime. Saklamak isterdim ruhumu derken, unutmamak içindi kendiliğimi. Pas tadında ilaçların, şehvete düşkün kelimelerin dizginlerini tutmak için döndüm. Ruhumu o kış ikindisinde, küf ve kâğıt kokan kitapların arasına bırakmak için döndüm.

Alfabeler, kuşakların bittiği noktada kalsa da yeniden başlamanın hazzı için döndüm. Elifle başlamanın sosyopolitik zorbalığına; her şeyi kendinden ibaret, kendiyle kaim zannedenlerin kibrine inat biraz da…

Döndüm. Başladığım yerde değilim ama artık gideceğim yeri biliyorum.


 


 


Seç