İki saat kırk beş dakikalık süresine rağmen temposu hiç düşmeyen, izleyicisini yormadan içine çeken ve bitip gittiğinde geride ağır bir duygu bırakan filmler nadirdir. Leyla’nın Kardeşleri tam da böyle bir film. Sürükleyici yapısına rağmen yüzeyde kalmayan, tematik derinliğini güçlü bir senaryoyla taşıyan ve izleyiciyi aile fertleri arasında neredeyse istemsizce taraf tutmaya zorlayan bir sinema dili kuruyor.
Ama bu film yalnızca “iyi yapılmış” bir aile dramı değil. Asıl mesele, izlerken duyulan o tanıdık sıkışma hissi. Yoksulluktan kurtulma hayaliyle birbirine dolanan hayatlar, bireysel çıkarlar, geleneksel kabuller, sahte gurur ve gösteriş… Hepsi tek bir ailenin içinde, neredeyse nefes aldırmadan yan yana duruyor.
Film, yoksulluktan kurtulmak için çırpınan Leyla ile dört erkek kardeşi ve babası arasındaki gerilim üzerinden ilerler. Dört kardeş de işsizdir; sefalet ve yoksulluk bu evin gündelik hâlidir. Leyla, bu tabloyu en net okuyan kişidir ama kurtuluşu tek başına üstlenebilecek bir konumda değildir. O, yol gösteren, akıl veren, hesap yapan kişidir.
Leyla, kardeşleri arasında Ali Rıza’yı görece daha akıllı, daha toparlayıcı bir yerde görür. Diğerlerine kıyasla daha fazla sorumluluk alabileceğini düşünür. Bu nedenle kardeşlerini birlikte bir iş kurma fikrine ikna etmeye çalışırken özellikle Ali Rıza’yı teşvik eder. Çünkü film çok açık bir gerçeği saklamaz: modern İran’da bir kadının kendi başına iş kurması, yönetmesi, ailesini bu yoksulluktan çekip çıkarması mümkün değildir. Leyla bunun farkındadır. Bu yüzden kendi gücünü değil, bir erkeğin üzerinden ilerleyebilecek bir aklı devreye sokar. Bu, onun zayıflığı değil; yaşadığı düzenin acı bir dayatmasıdır.
Ailenin babası İsmail ise saygıyı ve statüyü hayatı boyunca görememiş olmanın hıncıyla yaşayan, bunu da yanlış bir yerden telafi etmeye çalışan geleneksel bir figürdür. Onun için aile reisi olmak, evin yükünü omuzlamak değil; kalabalık bir aile içinde görünür olmak, onaylanmak, alkışlanmaktır. Biriktirdiği kırk altın, çocuklarının geleceği için değil, başka bir düğünde takılıp “reis” ilan edilmek içindir. Leyla’nın bu altınları kardeşlerinin iş kurması için istemesiyle birlikte, evin içindeki çatışma derinleşir. Burada asıl mesele kimin haklı olduğu değildir; bu evde kimsenin gerçekten kazanamamasıdır.
Bu atmosfer içinde film boyunca Leyla’nın ağladığı sahnelere dikkat etmek gerekir. Çünkü Leyla yalnızca bir ana değil, farklı zamanlarda, farklı kırılma noktalarında ağlar. Geçmişe, geleceğe, kaçınılmaz yazgıya… Her şeyin farkında olup hiçbir şeyi değiştirememeye. Yoksulluğun koltuk altına bir gurur nişanesi gibi sokuşturulan sahte değerlere. En çok da her şey bu kadar açıkken başkalarının bunu göremeyişine. Leyla’nın gözyaşları sessizdir; çünkü bu dünyada onun isyanı bile fısıltıdan öteye geçemez.
Filmin sonlarına doğru Leyla ile Ali Rıza arasında geçen kısa ama sarsıcı bir diyalog, bütün bu sıkışmışlığın adını koyar.
Ali Rıza şöyle der:
“Buna inanmayabilirsin ama güzel şeylerin olmasından bile korkuyorum.
Her şey yolunda giderken kötü bir şey olacak diye korkuyorum…
Mutlu olmaktan bile korkuyorum.”
Leyla’nın cevabı ise sade ama yıkıcıdır:
“Çünkü nasıl düşüneceğin değil, ne düşüneceğin öğretildi sana.”
Final sahnesi, bütün bu gerçekçi anlatıyı bir anlığına başka bir düzleme taşır. Ali Rıza, babasının öldüğünü fark ederken evde doğum günü hazırlıkları yapılmaktadır. Konfetiler, müzik, dans… Bir yanda ölüm, diğer yanda hayat. Babasının sigarasını alıp içerken yeğenleriyle dans eden Ali Rıza, filmin kurduğu tüm ikilikleri tek bir sahnede üst üste bindirir. Doğum ve ölüm, umut ve çöküş, neşe ve yas aynı anda vardır. Film, bu ikiliklerden birini seçmez; çünkü bu dünyada seçimlerin de çoğu zaman bir karşılığı yoktur.
Belki de bu yüzden bu film hakkında bir şeyler yazma ihtiyacım doğdu. Çünkü Leyla’nın Kardeşleri, yalnızca bir ailenin yoksullukla mücadelesini değil, bir kadın aklının nasıl sessizce kenara itildiğini anlatır. En çok düşünenin en az konuşabildiği, en çok yük taşıyanın en görünmez olduğu bir dünyayı… Leyla görür, hesaplar, öngörür; ama hep başkalarının hayatına yol olur. Film bittiğinde geriye bir çözüm değil, ağır bir fark ediş kalır. Leyla’nın sesi susar, ama taşıdığı ağırlık izleyicinin üzerine çöker. Ve insan, bu sessizliğin neden bu kadar tanıdık olduğunu uzun süre düşünmeden edemez.