İstibdat, tarihimizin en karanlık dönemlerinden biri olarak hafızalara kazındı. II. Abdülhamid yönetiminde yalnızca muhalifler değil, muhalif olma ihtimali taşıyan herkes baskı altına alındı. Basın ağır sansüre uğradı; padişahı eleştirmek bir yana, imalı bir cümle kurmak bile zindana gönderilmek için yeterliydi.memleketin dört bir yanına yayılmış hafiyeler, en masum konuşmaları bile jurnal defterlerine kaydediyor, yargı mekanizması bu ihbarları doğrudan cezaya dönüştürüyordu.
Dün, bu düzen “Osmanlı’nın bekası” gerekçesiyle savunuluyordu. Bugün ise “devletin istikrarı” ve “milli güvenlik” söylemleriyle benzer baskılar sürdürülüyor. Hafiyelerin yerini dijital gözetleme aldı, jurnal defterlerinin yerini sosyal medya takipleri doldurdu. Dün Abdülhamid’i eleştiren aydınlar sürgüne gönderiliyordu, bugün ise gazeteciler, akademisyenler ve muhalif siyasetçiler mahkeme salonlarında hesap vermeye zorlanıyor.
Bugünün iktidarının sıkça andığı Mehmet Âkif bile, istibdat döneminin mağdurlarındandı. O, baskıya karşı çıkmaktan çekinmeyen cesur bir aydındı ve öfkesini dizelerine yansıtmıştı:
“Bütün eşkıya geçmişken başa, hizmetkâr olmuş,
Kimin haddi, tahammül kime, bilmem ben artık!
Bütün millete zincir vuran, üç beş maskara şarlatan,
Kimin haddi, tahammül kime, bilmem ben artık!”
O dönem bir avuç insan toplumu sindirmeye çalışıyordu. Bugün de benzer yöntemlerle özgür basın susturuluyor, muhalif belediyeler baskı altına alınıyor, siyasi iradenin hoşuna gitmeyen her ses mahkemelerde boğulmaya çalışılıyor.
Ekrem İmamoğlu hakkında verilen gözaltı kararı ve siyasi yasak tehdidi, bu baskıcı düzenin en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Halkın oylarıyla seçilmiş bir belediye başkanı, inandırıcı olmayan bahanelerle gözaltına alınıyor; hukuk, siyaseti dizayn etmek için kullanılıyor. Dün Abdülhamid döneminde aydınlar sürgünle uzaklaştırılırken, bugün yargı yoluyla etkisiz hale getirilmek isteniyor.
Sadece İmamoğlu değil, CHP’li belediyelerin tamamı benzer baskılar altında. Kayyum atama tehditleri havada uçuşuyor, müfettişler muhalefetin kazandığı şehirlerin üzerine yönlendiriliyor. Buna karşın, milyonlarca dolarlık kamu zararına yol açan, ülkeyi ekonomik çöküşe sürükleyen isimler hakkında tek bir soruşturma dahi açılmıyor. Bugün ülkenin mali yapısını altüst edenler, Merkez Bankası rezervlerini tüketenler yargılanmazken, ne zaman ki bir belediye başkanı, bir akademisyen ya da bir gazeteci bu yanlışları dile getiriyor, işte o zaman yargı hızla devreye giriyor.
Basının durumu da farklı değil. Dün İbret ve Vakit gazeteleri kapatılıyordu, bugün muhalif basın susturuluyor. Dün Namık Kemal’in vatan sevgisi suç sayılıyordu, bugün memleketi için endişelenen herkes “hain” ilan ediliyor. Dün baskıya karşı çıkanlar sürgüne gidiyordu, bugün ise mahkemelerde hesap vermeye zorlanıyor.
Ancak tarih, baskıcı rejimlerin kalıcı olmadığını defalarca kanıtladı. Abdülhamid’in korku imparatorluğu nasıl ki tarihin tozlu raflarına kaldırıldıysa, bugünkü baskı düzeni de er ya da geç çökecek. Çünkü istibdat ne kadar güçlü görünse de insan ruhunun özgürlük arayışını sonsuza kadar bastıramaz. Gerçekler gölgelenemez, zulüm ebediyen sürdürülemez.
Ve bunu en iyi anlatan yine Mehmet Âkif’e kulak verelim:
“Koca millet boğulurken bataklıklar içinde,
Sarılıp sımsıkı zincirle ayaklar içinde,
Uzanıp elleriyle ‘İmdat!’ ederken çaresiz…
Seni gafil seni, ey kahpe siyaset, seni biz!”
Bugün de millet ekonomik ve hukuki bataklığa sürüklenirken, hukuksuzluk zincirleriyle bağlanırken, çırpınarak çare ararken; milleti bu hale getirenler hesap vermek yerine, hesap sormaya kalkıyor.
Ama unutmamalılar ki tarih, her istibdatın er ya da geç yıkıldığına defalarca şahitlik etti. Ve yine edecek.