Kürt sorunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana en karmaşık meselelerden biri olarak varlığını sürdürüyor. Hem tarihsel hem de sosyo-politik açıdan derin kökleri olan bu mesele, farklı dönemlerde farklı yaklaşımlarla ele alındı.
Özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yoğun olarak yaşayan Kürt halkının kültürel, dilsel ve siyasal hak talepleri, Türkiye’nin siyasi atmosferinde zaman zaman büyük gerilimlere ve çatışmalara yol açtı.
Bu talepler, zamanla daha geniş bir boyut kazanarak bazı Kürt grupları tarafından bağımsız bir devlet kurma arzusuna dönüştü.
Özellikle bu sürecin önemli bir dönüm noktası, 1978 yılında PKK’nın kurulmasıyla başladı. 15 Ağustos 1984’te PKK, ilk eylemini Siirt’in Eruh ilçesinde gerçekleştirdi. Bu eylemin ardından PKK, Türkiye Cumhuriyeti tarafından terör örgütü ilan edildi.
Ancak, Kürtlerin “Kürt Kuvâ-yı Milliyesi” olarak gördükleri bu hareket, yalnızca Türk devletiyle çatışmakla kalmadı, bölgedeki diğer Kürt örgütleriyle de alan hâkimiyeti sağlamak için çatışmalara girdi.
PKK, aynı zamanda aşiret yapısını kırma amacıyla kendi halkına da şiddet uyguladı.
Bunun bir sonucu olarak, örgüt güçlendi ancak Kürt halkı içindeki bölünmeleri de derinleştirdi. Net olarak söyleyebiliriz ki, bu hareket Kürt milliyetçiliği duygularını kamçıladı ve Kürtler arasında devlet kurma umudunu güçlendirdi.
Bu tarihsel tespitlerden sonra çözüm noktasındaki zorluklara gelince,bu zorluklar sadece Türkiye ile sınırlı değil.
Kürt sorunu yalnızca Türkiye ile sınırlı olsaydı çözümü belki de çok daha kolay olurdu.
Fakat bu mesele, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de yaşayan geniş Kürt nüfusunun devlet kurma talepleriyle uluslararası bir boyut kazandı. Dolayısıyla Kürt sorunu, sadece bölgesel dinamiklerle sınırlı kalmadı; uluslararası aktörlerin de dahil olduğu bir mesele haline geldi.
Bu noktada, özellikle ABD’nin Kürtlere verdiği desteğin önemli olduğunu düşünüyorum. ABD’nin bu desteği, Kürtler arasında devlet kurma hayalini güçlendiren önemli bir faktör.
Çözüm noktasında; sıkça duyduğumuz “Türkler ve Kürtler kardeştir” söylemi, sorunu çözmek için duygusal bir çerçeve sunmanın ötesinde, somut bir değer taşımıyor. Yüzlerce yıldır alt kültürün dili olan Kürtçe’den tek bir kelimenin bile Türkçeye geçmemiş olması, bu iki kardeş halk arasındaki kültürel statü farkının ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Halklar arasındaki bu kültürel statü farkı, toplumsal gerilimlere, ayrımcılığa ve ötekileştirmeye yol açtı. Bu durum, Kürt halkının kimliğine yönelik bir baskı hissetmesine neden oldu.Aidiyet duygusunu zedeledi ve psikolojik sorunlara yol açtı. Kürt sorununun somut bir sorun olduğu kadar psikolojik bir yanının olduğu da yadsınamaz.
Günümüze gelecek olursak;
Bugünün Türkiye’sinde Kürtleri temsil eden HDP ve devamı olan DEM partisinin sosyal, kültürel ve dilsel talepleri, artık geçmişteki kadar anlamlı değil.
Çünkü,İran, Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürtlerin talepleri, yalnızca kültürel ve dilsel haklarla sınırlı değil.
Orta Doğu’daki Kürtler, açıkça bir Kürt devleti kurma arzusunu dile getiriyor. Bu bağlamda, HDP’nin “Türkiye halkı” söylemiyle Kürt kimliğine yer açma çabası ve Kürtçe tabela taleplerini yalnızca küçük kazanımlar elde etme girişimleri olarak görmek gerekir.
Asıl hedefin, bölgede bir Kürt devleti kurmak olduğu çok açık. Kürtler de biliyor ki, Türkiye halkı söylemiyle – Türk kimliğini törpüleyerek – Kürt kimliğine yer açmak, mümkün değil.
Orta Doğu’nun bu karmaşık ve kanlı coğrafyasında, devletinizi ve kimliğinizi ancak mücadeleyle inşa edebilirsiniz.
Cumhuriyetin kuruluşundan beri süren bu kanlı sürecin nasıl sonuçlanacağı, bölgedeki ülkelerin tutumuna, Kürt halkının silahlı mücadeleyi sürdürüp sürdürmeyeceğine ve uluslararası aktörlerin, özellikle ABD’nin, bu konudaki politikasına bağlı.
Artık bu sorun, yalnızca tek bir devletin tekelinde değil; uluslararası dengeler ve müdahaleler, meselenin geleceğini belirleyecek.
Unutmayalım ki barış her zaman savaştan daha zordur.