20 Ekim 2024
Şeker, dünya tarihinin en eski ve en önemli ticaret ürünlerinden biri. İlk olarak Hindistan’da tatlandırıcı olarak kullanılan ve kristalleştirilen şeker kamışı, buraya düzenlenen seferlerle İran’a, Büyük İskender’in fetihleriyle Akdeniz ülkelerine, Arapların İran’ı işgaliyle de Kuzey Afrika ve İspanya’ya tanıtılmış oldu. Başta İspanya ve Portekiz olmak üzere, İngiltere, Fransa ve Hollanda, bu yüksek gelirli “beyaz altın” dedikleri şeker kamışını üretebilecekleri yerler aramaya başladılar. Çünkü Avrupa’nın iklimi bu bitki için uygun değildi.
Amerika’nın keşfiyle Karayip adaları ve Latin Amerika, özellikle de Brezilya’da aradıkları koşulları bulmuş oldular.
Bu; hem sömürgeciliğin hem de köle ticaretinin boyutlarını değiştiren bir gelişmeydi.
Avrupa’dan getirilen ürünler, kölelerle değiş tokuş karşılığında Afrika’ya bırakılırken, köleler de Amerika’daki tarım arazilerine taşınır oldu. Bu ticaret, bazen bir şişe alkole karşılık 10 kişi ya da bir şemsiye için 40 kişi şeklinde bile olabiliyordu.
Köleleri zincirleyerek, gemi güvertelerinin altında, aç, susuz, çıplak olarak okyanus ötesine taşıyorlardı.
17. yüzyılda çay, kahve ve çikolatanın kullanımının artması, sanayi devrimiyle şekerin farklı gıda maddelerinde de kullanılması ve yüksek geliri sayesinde tamamen ihracata yönelik yoğun bir kamış üretimi yapılıyordu.
Kapitalistler buralarda çok ucuza ve bol miktarda ürettikleri şekeri dünya ülkelerine pazarlamak için her yolu deniyorlardı. Bunlar içerisinde en trajikomik olanı İran’da yaşananlardı:
Çayı hurma ve kuru üzümle içen İran pazarına girmek isteyen İngilizler, mollalarla anlaşıp onlara yüzde on pay vermeyi teklif ettiler. Mollalar cuma vaazlarında “Allah’ın nimetini niye çayda ziyan ediyorsunuz, bundan böyle şeker katın çayınıza” diye fetva verince, şeker pat diye gidiverdi İranlıların hayatlarına.
Bir zaman sonra, yeterince kâr elde edemediklerini iddia eden İngilizler, verdikleri payı geri çektiler mollalardan.
Geri durur mu bizimkiler, “gavur icadı şekeri çaya katmak haramdır” deyiverince, bütün şekerler sokağa dökülüverdi.
Nasılsa pazara girdik deyip mollaların gücünü göz ardı eden İngilizler yanlış yaptıklarını anladılar ve payı yüzde yirmiye çıkardılar. Para bu, neyi satın alamaz ki? Mollaları da aldı: “Biz size çaya şeker katmayın dedik, sokaklara dökün demedik ki. Gavur icadı şekeri çaya batırıp boy abdesti aldırdıktan sonra içmelisiniz” diye bastılar fetvayı.
Allah’ın temsilcilerinden iyi mi bilecek halk? Yeniden girdi şeker İranlıların hayatına, bir daha çıkmamak üzere.
Zencefille aromalandırılıp, bir çubuğa giydirildikten sonra, çaya batırılarak boy abdestiyle Müslümanlığa geçirilen şekerin hazin hikayesidir nabat şekeri.
“Değişmeyen tek şey değişimdir” diyenlere sorasım var: Sizce, kapitalizm, din ve halk üçgeninde değişen bir şey var mı?
06 Ekim 2024
Gazetelerde okuduklarınız, televizyonda seyrettikleriniz, sosyal medyada takip ettikleriniz, çevrenizden duyduklarınız “Bu kadar da olamaz” dedirtiyor.
Ölümün, şiddetin, adaletsizliğin, istismarın bu kadar çeşitlilik gösterdiği başka bir ülke daha var mıdır, bilmiyorum gerçekten.
Her gün, ama her gün; kadın, çocuk, hayvan cinayeti, istismarı, şiddeti, trafik kazaları, iş kazaları, zamlar, adaletsizlik, ihanet ve ahlaksızlık haberleriyle yatıp kalkıyoruz.
Hepsi gündelik, sıradan, haber olma niteliği taşımayan, normal hayatın bir parçası gibi artık… Derken, akılları durduracak bir olay daha oluyor.
Bu ülke; boğazı kesilen asker Murat Tekin’i, başı kesilip sokağa atılan İkbal Uzuner’i, ölüsü kokmasın diye buzlukta saklanan Cemile Çağırga’yı, ölüsü yedi gün sokakta bekletilen Taybet İnan’ı gördü.
Gerçek olmayacak kadar distopik geliyor tüm bunlar!
Suçlusu kim bunca kötülüğün?
Biz anneler! Toplumun bireylerini ilk biz şekillendiriyoruz. Özellikle bunca istismar ve şiddet uygulayan erkekleri biz yetiştiriyoruz! Tüm travmalar çocuklukta ve ailede başlıyor; onlara sevmeyi, saygı duymayı, ahlaklı ve vicdanlı insanlar olmayı kendimiz de örnek olarak öğretebiliyor muyuz?
Biz öğretmenler! Aileden sonra çocukları teslim alırken, onları düşünen, tartışan, araştıran, sorgulayan bireyler olarak yetiştirebiliyor muyuz?
Biz gençler! Şu bilgi çağında ebeveynlerimizi kültürümüzle, sanatımızla, eğitimimizle; tabuları yıkıp aydın görüşlerimizle geçmek yerine, teknolojinin yarattığı asosyal, bencil ve haz peşinden koşan bireyler olmanın dışına çıkabiliyor muyuz?
Ve bizler toplum olarak! Koyun gibi güdüldüğümüzü, her şeye boyun eğdiğimizi, kötülük karşısında sustuğumuzu ve iyilik için mücadele etmediğimizi, sadece şükretmeyi tercih ettiğimizi görebiliyor muyuz?
Hayır! Öyleyse hepimiz ortağıyız bu senaryonun!
Bu dünyada bize cehennemi layık görenler, öbür dünyanın cennetiyle teselli bulmamızı istiyorlar.
Ve kalkıp bize, “Siz fakirler nasıl da şanslısınız, çünkü siz cennete gideceksiniz; biz zenginler (kendi zengin belli ki) cehenneme gideceğiz, aklıma geldikçe ağlıyorum” diyor.
Bir diğeri, “Cennette yetmiş tane huri ve şeyinin hiç inmeyeceğini” haykırıyor.
İnanıyorum ki tecavüz olayları biraz daha artar da önüne geçemezlerse, istismara uğrayanlara da cenneti vaat etmeye başlayacaklar.
Ve hatta, “Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakın” diye de ekleyecekler.
Distopik bir filmin kahramanları değiliz de neyiz!
22 Eylül 2024
Geçtiğimiz hafta, özel bir gün dolayısıyla, çocuklarım “O.Noir” denilen bir restorana gideceğimizi söyleyip başka soru sormadan hemen çıkmamız gerektiğini belirttiler.
Aklıma ilk gelen, Türkçesi “Karanlığa” olan bu restoranın bir Afrika restoranı olabileceğiydi. Restorana vardığımızda tuhaf bir şeyler olduğunu hemen fark ettim. Mekânda küçük bir bar, ayakta içki içen bir-iki kişi ve bir resepsiyonistten başka bir şey yoktu; masa, sandalye, müşteriler… Resepsiyondaki kız, bizimle ilgilenecek garsonun birazdan geleceğini söyleyip beklememizi rica etti.
Karşı kapıdan, görme engelli olduğu her halinden belli olan biri içeri girdiğinde, karanlığa bir yolculuk yapacağımızı anlamıştım. Samy, “Şimdi trencilik oynayacağız, biriniz bana, diğerleriniz birbirinizin omzuna tutunarak ilerleyeceğiz,” dedi.
İki kapıdan geçtikten sonra, gözlerimizin varlığını yitirdiği zifiri bir karanlık içindeydik artık!
Garson, masamıza kadar eşlik edip siparişimizi aldıktan sonra, masadaki bardakların suyla dolu olduğunu söyleyip içki isteyip istemediğimizi sordu ve gitti.
Karanlığın ortasında ne yapacağımızı bilmez bir şekilde kalakalmıştık! Zerre ışık sızmıyordu; kapı nerede, garsonlar nereden girip çıkıyorlar belli değildi.
Karanlıkta çalışan tek duyu organımız işitmeydi; çevre masalardaki sohbetler, gülmeler, yere düşen çatal, kırılan bardak sesleri kulağımıza geliyordu. İnsanlar, gözleri görmeyince kulakları da duymuyorcasına yüksek sesle konuşuyorlardı.
Diğerlerinin aksine, karanlıkta ve tüm görsellerden uzak olmak beni içimdeki sesle konuşmaya itiyordu.
Herkes kör olsa; adımızın, rengimizin, ne marka giyindiğimizin, ne mücevher taktığımızın, güzelliğimizin yani görsellikten ibaret her şeyin nasıl da anlamsız olacağını düşündüm.
Sonra aşk geliverdi aklıma! Körler neye göre âşık oluyordu? Gönül gözüyle mi? Gözsüz görmeyi belki de en gerçek haliyle onlar biliyorlardı. Fiziksel tüm önyargılardan bağımsız, bir ruha, bir sese, sesle birlikte gelen cümlelere, cümlelere yüklenen anlamlara tutuluyorlardır, diye düşündüm.
Sahi biz, biz görenler neye âşık oluyoruz?
Garsonun sesiyle birden irkildim: “Yemeklerinizi servis edeceğim,” diyordu.
Şimdi yeme zamanı, ama nasıl? Çatalı ararken su bardağını devirdim.
Belli ki dokunma duyumu sabırla ve incelikle kullanmayı bilmiyordum. Çatalı bulmanın, tabaktaki yemeği ağzıma götürmenin nasıl da uzun bir mücadele gerektirdiğini bilemezsiniz. Yemeği üstüme, masaya, yere düşürmekle kalmıyor, tabağın içindeki yiyecekleri ellerimle yoklayarak bulmaya çalışıyordum. Sonra çatalı ağzıma her boş götürdüğümde, Sisifos gibi yeniden deniyor, yılmadan devam ediyordum.
Günlük hayatta hiç düşünmeden yaptığımız yeme eyleminin bir kör için nasıl da zor olduğunu iliklerime kadar hissettim o an!
Bu yorucu çabaya biraz mola verip, tekrar körlerin aşkına kafa yormak istedim; aşkta sarılmanın, dokunmanın, dokunmadaki yumuşaklığın, yumuşaklığa yüklenen inceliğin, inceliğin ruhta yarattığı tutkuyu en iyi onların bildiğine emindim, biz görenlere inat!
Kaçımız dokunuyoruz sevdiklerimize?
Kaçımız günün yorgunluğunu, sevincini, stresini, acısını sosyal medyada dolaşmak yerine sevdiğimize sarılarak paylaşıyoruz, körler gibi?
Hele de sarılma sırasında vücutta salgılanan kimyasalların, kan basıncını düşürdüğünü, kalp atışlarını düzenlediğini, aynı zamanda kandaki ‘oksitosin’ seviyesini artırarak stresi engellediğini bilmemize rağmen, hangimiz sıkı sıkı sarılıp ciğerlerimize sokuyoruz sevdiklerimizi?
Brezilyalılar gibi, içten bir sarılmanın ömrü bir gün uzattığına inanarak, yarın çok geç olmadan, bugünden itibaren, geçip giden her günün ömrünüzü kısalttığını bilerek sarılın sevdiklerinize!
Sarılırken de, Jose Saramago’nun 1998 Nobel Edebiyat Ödüllü romanından sinemaya uyarlanan “Körlük” (orijinal adı “Blindness”) filmini izlemeyi ihmal etmeyin, derim.
Hayatınızda, aşkın gözlerinizi kör ettiği değil, kör gibi âşık olacağınız biri olması dileğiyle.
16 Eylül 2024
Çay deyip geçmemek lazım, bazen bir aşka, bazen bir şiire, bazen de bir devrime bahanedir çay! İşte çayın, bir ülkenin ve dünyanın kaderini değiştirme hikayesi…
Amerika’nın keşfinin ardından, Avrupa’dan bu yeni kıtaya siyasal baskılardan kaçmak, dinsel inançlarını özgürce yerine getirebilmek, maceraya atılmak ya da özellikle İngiltere’deki 1620-1635 yıllarındaki büyük ekonomik güçlerden kaçmak isteyenlerin akını başlıyordu.
Avrupa’dan göç edenler; genelde işsiz, toprak sahibi olmayan, kendilerine bir gelecek göremeyen yoksullardan oluşuyordu. Tek istedikleri; bereketli ve geniş topraklara ulaşmak, çalışıp özgürce yaşamaktı.
Güney Amerika, İspanyollar ve Portekizliler tarafından, Orta ve Kuzey Amerika ise Hollandalı, Fransız, Alman ve İngilizler tarafından kolonileştiriliyordu. Çoğunluğunu İngilizlerin oluşturduğu bu koloniler, Britanya parlamentosundan çıkan yasalar ve atanan valilerle yönetiliyordu.
İngiliz hükümeti, özellikle Fransa ile yaptığı yedi yıl savaşlarının ardından daha da genişlettiği Amerika topraklarını korumak ve zayıflayan ekonomisini toparlamak için kolonilere ağır vergiler yüklemeye başlamıştı.
İngiltere Krallığı, birbiri ardına çıkardığı Melas Yasası (1733), Şeker Yasası (1764), ve Pul Yasası (1765) ile ağır vergiler getirip, kolonilerin başka ülkelerle ticaret yapmalarını yasaklayarak halkın sabrını taşırıyordu.
Toplumun her kesimini etkileyen ve tüm evraklara zorunlu kılınan Pul Yasası sonrası koloniler, İngiliz Krallığına “Temsil olmadan vergilendirme olmaz” diyerek bu ağır vergi uygulamasına karşı çıkıyor ve anavatanla ticaretlerini kesme kararı alıyorlardı. En son çay ticaretinin de Doğu Hindistan Şirketi’nin tekeline verilmesi ve vergisinin artırılması, bardağı taşıran son damla oluyordu.
Bu adaletsizlikler ve keyfi uygulamalara karşı mücadele etmek ve halkı örgütlemek için, halkın ileri gelenleri illegal bir örgüt kuruyordu: “Özgürlük Çocukları”.
16 Aralık 1773 yılında, Boston Limanı’na demirleyen üç İngiliz gemisindeki çayların indirilmeden geri gitmesini isteyen Özgürlük Çocukları, bu istekleri yerine getirilmeyince Kızılderili kılığına girip tüm çayları okyanusa döktüler.
“Boston Çay Partisi”, Amerika’nın bağımsızlık savaşını başlatan olay olarak tarihe geçti.
Kraliyet, geri adım atmayı kendine yediremediği gibi işi yokuşa sürüyor, olayları yatıştırmak için asker gönderiyor ve “Boston Limanı Yasası” ile bu zararı ödeyinceye kadar limanı kapatıyordu. Valinin izni olmadan yapılan kent meclis toplantıları da yasaklanıyordu. Ardından, “Konaklama Yasası” ile gerekirse özel evlerde İngiliz askerlerinin barınma ve yemek ihtiyaçlarının karşılanması zorunluluğu getiriliyordu. Yaptırım üstüne yaptırım uygulayan kraliyet yasaları; halkı sindirmek yerine daha da asileştiriyordu.
Koloniler arasında gittikçe artan dayanışma, örgütlenme ve mücadele sonucunda, çay partisinden üç yıl gibi kısa bir süre sonra, Amerika 4 Temmuz 1776’da bağımsızlığını ilan ediyordu!
Şöyle bir bakın bakalım, aradan dört yüz yıl geçmesine rağmen ne değişti dünyada? Sömürü ve kölelik sadece şekil değiştirdi. Zengin-yoksul sınıfı, umutsuzluk ve çaresizliğin getirdiği göçler, savaş ekonomilerinin bedelini halka ödeten hükümetler, sindirme, bastırma, yok etme politikaları, adaletsiz uygulamalar, güçlünün zayıfı ezdiği, yok saydığı her şey aynı şekilde makyajlanmış haliyle sürüyor. Değişen bir şey yok yani.
Biraz kaba olmakla birlikte, burada yerine oturacağına çok inandığım “orospuya biraz da sıfat lazım” politikalarıyla sömürüye devam!
08 Eylül 2024
Ah, oyuncaklarını ellerinden alıp çalışma odalarına hapsettiğimiz çocuklarımız, umutlarını uçurtmalara bağlayıp gökyüzüne saldığımız gençlerimiz…
Bu öğretim yılında sizlere müjdeler vermeyi, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylemeyi ne çok isterdim…
Mesela, eğitimin ücretsiz olduğunu; kayıt parası, bağış adı altında haraç kesmek, kitap parası, yol parası olmadığını… Eğitim bütçesinin yetersizliği yüzünden okul giderlerinin ve temizliğinin velilerden toplanan paralarla karşılanmadığını; öğretmenlerin tahsildar gibi çalıştırılmadığını söylemeyi isterdim!
Kitaplarınızı okul size ödünç verecek, siz de bir sonraki yıl arkadaşlarınız kullansın diye onlara özen göstereceksiniz. Müfredat zırt pırt değişmeyecek; aynı kitapları kullanarak doğaya ve ekonomiye katkıda bulunacak, kitapçıları ve yayınevlerini zengin etmeyecek, hangi yayınevi daha fazla pay verirse o kitabı peşkeş çekmeyecek, başka yardımcı kitaplar almanızı istemeyecek. Siz sadece kalem, silgi ve defterinizi alıp geleceksiniz. Bunu söylemeyi ne çok isterdim!
İlkokulda 22-26, ortaöğretimde ise 28-32 kişilik sınıflarda hizmet vereceğimizi, sizleri ilkokuldan üniversiteye kadar at yarışı gibi koşturup çocukluğunuzu ve gençliğinizi yaşatmadan dershaneden dershaneye sürüklemeyeceğimizi; eğitimde fırsat eşitliğini savunduğumuzu ve bunu güvence altına aldığımızı gururla duyurmayı dilerdim!
Resmî bayramlarda çocukların büyükleri eğlendirdiği değil, onların eğlenmesi için aktiviteler hazırlayacağımızı da eklemek isterdim!
Her çocuğun benzersiz olduğunu unutmadan, herkesin yetenekleri ve başarısı doğrultusunda meslek liselerinde eğitim alarak iş imkânı bulabileceğini, gençlerin sınıf, okul ve ülkedeki başarı oranlarına göre üniversitelere yerleştirileceğini ve okuyabilmeleri için her türlü ekonomik desteği sağlayacağımızı garanti ettiğimizi müjdelemek isterdim!
Öğretmenlerimize ise, kendilerine ait dersliklerinde aynı müfredatla çalışıp her yıl her şeye sil baştan başlamak zorunda kalmadan; enerjilerini daha geliştirici ve tamamlayıcı alanlarda harcamaları için ek işler yapmadan hayatlarını sürdürebilecekleri yeterli ücret vereceğimizi vaat etmeyi gönülden isterdim!
Sevgili velilere de, çocuklarınızın bizim de çocuklarımız olduğunu, onların geleceğini paylaşarak sorumluluğunuzu hafiflettiğimizi; bilimsel temellere dayalı bir eğitim sistemiyle birlikte hareket etmekten gurur duyduğumuzu açıklamak isterdim!
Aristo’nun “Umut, uyanık insanların rüyasıdır” sözüyle iyi bir eğitim yılı dilerim!
04 Eylül 2024
Sonbaharın sanatçılar üzerinde de önemli bir etkisi var ki; sonbahar konulu romanlar, şiirler, şarkılar, heykeller, resimlerle çokça işlenmiş, işlenmeye de devam edecek gibi. Güzel bir güz günü sıcak bir çay eşliğinde; Hüsnü Arkan'dan “Deli Eylül ya da ne bileyim” ve Hüner Coşkuner'den “Sonbahar Rüzgarı” dinlemek kime iyi gelmez ki?
Ama ben sonbahara böyle sanatsal ve hüzünsel bir konuda değil de, Kanada'nın yaygın bir kültüründen size bahsedeceğim. Her şehir ya da belediyenin belirlediği tarihlerde, bu genelde Mayıs ve Eylül aylarında, bazı belediyelerin tüm yaz boyunca izin verdiği; insanların evlerinin önünde hafta sonları, kullanmadıkları, ihtiyaç duymadıkları, kullanmaktan sıkıldıkları ne varsa “vente de garage” yani “garaj satışı” dedikleri bir tür gelenekleri var.
Neden garaj satışı dediklerini de açıklamak lazım sanırım. Müstakil evlerin araba garajları, neredeyse hiçbir zaman gerçek amacına hizmet etmez, çünkü orası, evin içinde tutmak istemedikleri her türlü tadilat, tamirat ve satmayı düşündükleri her şeyi koydukları bir depo gibi kullanılır. Zamanı geldiğinde de onları garajın kapısının önünde satışa sunmalarından dolayı bu ismi vermişler.
Bu garaj satışını insanlara duyurmaya, hem sosyal medyalarında, hem de bir ya da birkaç kartonun üzerine Fransızcası “vente de garage”, İngilizcesi “garage sale” yazdıkları, altına da adreslerini ekleyip işlek yol kenarlarına koydukları küçük pankartlarla başlarlar.
Cumartesi ve pazar günü, sabah 8'den akşam 5'e kadar, bazılarının tek başına, birkaç komşuyla ya da aile bireyleriyle ortaklaşa yaptıkları, kendilerine destek için gelen arkadaşlarıyla da renklenen ve alıcılarla hoş sohbet ederek sosyal ilişkiler eşliğinde zevkle gerçekleştirdikleri oldukça eğlenceli bir aktivitedir aslında.
Aklınıza gelebilecek her şeyi bulabilirsiniz garaj satışlarında: küçük elektronik ev eşyaları, mutfak malzemeleri, çocuk oyuncakları, aksesuarlar, elbiseler, ayakkabılar, sosyal oyunlar, antika olacak gümüş kaşık-bıçak takımları, eski İngiliz ve Çin porseleni fincanlar (benim en çok ilgimi çeken bunlar), araba tekerleri, tablolar, mobilyalar, vs. gibi birçok şeyi bulabilir, uygun fiyata alabilirsiniz.
Ev sahibi, ihtiyaç fazlasını gelire dönüştürdüğü, ihtiyaç sahiplerinin de değerinin çok altında satın aldığı oldukça kârlı, tatmin edici bir alışveriştir. Günün sonunda satamadıklarını ya bir sonraki satış için garaja ya da kiliselerin veya özel kuruluşların kumbaralarına bırakırlar.
Her ne kadar yıllar öncesinde gereksinim duymadığı fazlalıklara yeniden hayat vermek gibi bir düşünceyle başlasa da, şimdilerde bu fazlalıkları, gözümüzün doymadığı bir açlık ve tatminsizlikle yaptığımız alışverişlerden yaratır olduk.
Reklamlarla ihtiyaçlarımızı medyanın belirlediği, her yıl değişen modayla, eklenen küçük ayrıntılarla, daha iyisine, daha güzeline layık olduğumuz imajı çizerek; bizi daha çok çalış, daha çok al psikolojisiyle kontrol edenler sayesinde ihtiyaçlarımızın hiç bitmediği ve çeşitlendiği bu kapitalist toplumlarda daha çok “garage sale”ler yapacağa benziyoruz.
Ve keşke doyumsuzluğumuz sadece materyaller için olsa!
Tatmin olmadığımız ve hep yenisini istediğimiz, bir türlü eksikliğini tamamlayamadığımız duygusal açlığımızı da her gün sosyal medyalarda pazarlar olduk!
Gözümüzün de gönlümüzün de doyacağı nice sonbaharlara diyelim!
01 Eylül 2024
Geçenlerde Kanadalı bir arkadaşım, nikah törenine davetli olduğunu söyledi. Buralarda çok sık rastlamadığımız bir olay olduğu için merak ettim ve sordum: Kaç yaşındalar, ne iş yapıyorlar, nereliler gibi? Ellili yaşlarda, çocukları evlenmiş bir çift, ancak daha yeni resmî nikah yapmaya karar vermişler.
Kanadalılar resmî nikahla evlenmeyi tercih etmiyorlar; evlenmenin ve boşanmanın getireceği sorumluluğu, maddi külfeti kimse göze almak istemiyor. Bir yıl aynı evde yaşayıp ve her yıl verdikleri vergi beyannamesinde aynı adresi gösterdiklerinde çift olarak kabul ediliyorlar zaten.
Ayrılmak istediklerinde ise boşanma davası yok, mal mülk paylaşımı kavgası yok! Valizini alan evden çıkıp gidiyor. Çocukları varsa, her iki taraf da çocuklara karşı sorumlu. Eğer bir ev ya da araba almışlarsa, iki kişinin adına alındığı için yarı yarıya paylaşacak kadar adiller.
Bu çiftler, giderlerini karşılayacakları ortak bir bütçe oluşturduktan sonra herkes kendi parasını kullanıyor. Kimse kimsenin geri kalan parasıyla ne yaptığının hesabını sormuyor ve bu durum oldukça normal karşılanıyor. Tabii ki bu eşitliği, ilişkinin her alanında koruyorlar; evin temizliği, çamaşır, bulaşık yıkama, yemek yapma, çocukların bakımı veya alışveriş gibi.
Kanada, 1973 yılından beri en düşük boşanma oranına 2020 yılında ulaşmış. Bu düşüşün ana nedeni, gençlerin resmî nikahı tercih etmemeleri ve nikahlı nüfusun 50 yaş ve üstü olmasından kaynaklanıyor. Boşanmaların çoğu ilk 5 ve 10 yıl içerisinde gerçekleşiyor. Yani, normal koşullarda insanların birbirlerine uyum sağlamaları için gereken maksimum süre bu. Bu yıllar içerisinde boşanmamışsanız ya uzatmaları oynuyorsunuz ya da birbirinize alışmışsınız demektir.
Kanadalı erkekler evlenmekten korkuyorlar çünkü evlilik onlara bizdeki gibi konfor alanı sunmuyor. Kadınlar ise daha fazla sahiplenilmek ve korunup kollanmak istiyor; erkeklerde ise bu eksik. Bu yüzden de farklı kültürlerden insanlarla olan ilişkileri daha uzun soluklu oluyor.
Boşanma nedenleri sırasıyla; ekonomik sorunlar, sadakatsizlik, uyumsuzluk; bunları aile içi şiddet, psikolojik şiddet, ilgi ve mahremiyet eksikliği izliyor. Boşanma davalarının çoğunu kadınlar açıyor ve bunların çoğunluğu ekonomik bağımsızlığı olan ve eğitim seviyesi yüksek kadınlardan oluşuyor. Yani, annelerimizin deyimiyle “tutunacak dalı olanlar” boşanıyor.
Belli ki Kanadalılar nikahta keramet olduğuna inanmıyorlar; hatta bunun ilişkinin selameti açısından gereksiz olduğunu düşünüyorlar. Oscar Wilde’ın, “Sevgisiz evlilikten daha kötü tek bir şey vardır: Sevginin olduğu, ancak tek bir kişinin sevgi duyduğu evlilik.” ve “Boşanmanın ana sebebi evliliktir.” sözlerine inanıyor olacaklar ki, hayatlarını bu şekilde şekillendiriyorlar.
Yaşam tarzları ve kültürleriyle evliliği kutsamıyorlar ve sürdürülmesi gereken zorunlu bir ilişki olarak görmüyorlar.
27 Ağustos 2024
Kanada’ da 1923 yılından beri yasadışı olarak sınıflandırılan esrar,2018 yılında üretimi,satışı, ithalatı ,ihracatı ve eğlence amaçlı kullanımı tamamen legalleştiren, Uruguay’dan sonra ikinci ülke.
Justin Trudeau ‘nun bunun için öne sürdüğü en önemli argüman; var olan yasaların karaborsaya karşı koyma ve tüketimi kontrol etme konusunda yetersiz oluşu.
Ülkede her yıl 20% artışla büyüyen talep ,hacmi oldukça yüksek kayıt dışı bir gelir,kontrol edemedikleri bir piyasa vardı. Buna , suç oranının yüksekliğini de ekleyince, yasalaşması her anlamda ülkenin yararına olacaktı.
Öncelikle esrarın yasallaştırılması ekonomik aktiviteyi artırdı: bu maddenin üretimi,dağıtımı,işlenmesi ve satışında 2018 ile 2021 arasında 151.000 ye yeni iş imkanı doğdu
Esrarın satışında elde edilen gelir, (2021-2022 yılında 1,2 milyon, 2022-2023 yılında 1,9 $ milyon dolar ) kamu alanında,;özellikle de sağlık ve eğitim alanında kullandı.
Esrarın kalitesini ve içeriğini denetleyerek, kullanıcılara daha güvenli ürün sunarak sağlık riskini azalttı.Kullanıcıların sadece 5% profesyonel desteğe baş vurdu.
Uyuşturucu ile ilgili suç oranını ,yasa dışı faaliyetlerin ve adaletsiz uygulamanın önüne geçildi ve ceza hukukun yoğunluğunu azalttı.
Kanada da 18 yaşından büyük herkesin 30 gr geçmeyecek şekilde esrar bulundurma, evinde ya da bahçesinde içme hakkı var.
Satış mağazalarına gidip , ki bunlar içerden güvenlik görevlileri tarafından açılıyor, bir sigara ya da 30 gr ilk kurutulmuş ot , içecek veya hap alabilirsiniz.
Bu otlar sativa ( uyarıcı ve enerji veren), indica( sakinleştirici, rahatlatıcı ) ve hybride ( sativa ve indica karşımı etkisi olan) olmak üzere üç ayrı kategoride satılıyor. Bir sigaralık $6.
Kullanıcıların üçte biri hala yasal olmayan yollardan temin ediyor; bu yolu 18 yaşın altındakiler ve daha ucuza almak isteyenler tercih ediyor.
Ve tabi ki elinize; yasal haklarınızı, aşırı doz ve sürekli kullanım sonrası karşılaşacağınız sorunları açıklayan bir de broşür veriyorlar .
Darısı diğer ülkelerin başına diyelim…
22 Ağustos 2024
Montreal'de, Müslümanların yoğun yaşadığı bir mahallede cami olmadığı için bir kilisenin alt katı namaz kılmaları için onlara tahsis edilmiş. Bu teklifi kabul eden Müslüman kardeşlerimize soruyorum: Siz de aynı şekilde, camilerinizi onların ibadetine açabilecek kadar insan olabiliyor musunuz?
Aynı kiliseler, kendilerine bağışlanan giysi, ev eşyası, mobilya ve elektronik eşyaları ihtiyaç sahiplerine ücretsiz olarak dağıttığı gibi, bu ürünleri yıl içinde birkaç kez düzenledikleri satışlarla da değerlendirir. Elde ettikleri gelirle ekonomik destek sağlamak amacıyla çeşitli projeler yürütürler. Özellikle Noel döneminde, büyük bir özenle ve cömertlikle hazırladıkları hediye paketlerini keyifle ihtiyaç sahiplerine sunarken, siz Ramazan Bayramı’nda oruç tutmayan veya dininizden olmayanları dışlayıp hatta öldürdüğünüzü hatırlıyor musunuz?
Sizlere iş bulmak, dil öğrenmenizi sağlamak (üstelik bunun için üzerine para da veriyorlar) ve verdikleri sosyal yardımlarla hayata tutunmanıza yardımcı olmak için ellerinden geleni yaparlarken, sizin kaçak işlerde çalışarak elde ettiğiniz geliri helal buluyor musunuz?
Hıristiyan bir ülkede nerdeyse tüm marketlerde müslümanlar için helal ürün reyonları bulunduran, Ramazan ayında bunun çok daha ileri taşıyan ve başbakanının tüm dini bayramlarda özel mesajlar yayınlayarak sizi onore ettiği bir ülkede yaşarken ; sizden olmayanlara karşı ne kadar acımasız ve tahammülsüz olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Onca Müslüman ülke dururken, gayrimüslim ülkelere gelip sonra da etin helalini, yoğurdun jelatinsizini ararken komik duruma düştüğünüzü düşünüyor musunuz? Kardeşliği, eşitliği, yardımseverliği, hoşgörüyü ve yardımlaşmayı ‘gâvur’ülkelerde öğrenmeniz dileğiyle.
18 Ağustos 2024
Gelişmiş ülkeler, çocukların kişisel gelişiminde kreşlerin önemini anlamış olmalılar ki, bu konuda gerekli hassasiyeti gösteriyorlar. Kreşlere olan talep o kadar yüksek ki, bazı ülkelerde kadınlar hamilelik döneminde kreşlerin bekleme listelerine adlarını yazdırıyorlar; Kanada gibi!
Evet, doğru duydunuz. Durum tam da böyle.
Bu talep, kadınların iş hayatındaki oranının yüksekliğinden kaynaklansa da, çalışmayan anneler de çocuklarını kreşe göndermeyi tercih ediyorlar.
Tabii ki 1-2 yaşına kadar annenin çocuğuna bakması, aralarında sağlam ve güvenilir bir ilişki geliştirmesi açısından önemli. Fakat sonraki yaşlar için kreşlerin çocuk gelişimindeki yeri küçümsenmeyecek kadar büyük.
Ülkemizde, büyük şehirlerde kreşler yaygınlaşmaya başlasa da, ne yazık ki küçük şehirlerde böyle bir imkan henüz yok!
Hal böyle olunca, çocuklara bakmak genellikle anneanne, babaanne ya da bakıcı ablalara kalıyor. Çocuklar büyüklerle olmaktan büyük gibi konuşuyor, büyük gibi davranıyor, büyük gibi düşünüyor ve kişisel gelişimleri çok daha ileri yaşlara sarkıyor. Bu durum, bağımlı kişiliklerin ortaya çıkmasına neden olabiliyor.
Elbette, ülkemizde kreşlerin yeterli talep görmemesinin en önemli nedenlerinden biri de ekonomik sebepler. Kreş maliyetlerinin yüksekliği, ailelerin gelir düzeylerinin düşüklüğü ve devletin bu alandaki gerekliliği kavrayarak yeterince destekleyici bir tutum içinde olmayışı, en önemli sorunlar gibi görünüyor.
Kanada’dan örnek verecek olursak, devlet destekli kreşlerde günlük 9$ yani aylık yaklaşık 200$ gibi makul bir ücretle çocukları kreşe gönderme imkanı var.
Peki, gerçekten kreşler çocukların gelişiminde önemli bir yere sahip mi?
Kreşler; çocukların ilgisini çekecek, merak uyandıracak, çevresini kavramasına yardımcı olacak ve öğrenme isteğini körükleyen aktiviteleriyle sosyal, bilişsel, motor ve dil gelişimlerine katkıda bulunan, onları oyunlar ve eğlenceli etkinliklerle hayata ve okula hazırlayan kurumlardır.
Çocukların yaşıtlarıyla etkileşimde bulunma, paylaşma, sırasını bekleme, empati kurma, sorumluluk alma, kendi başına yapabilme, saygı duyma, karar verme gibi sosyal gelişimlerine;
Çeşitli eğitim materyalleri ve etkinliklerle, problem çözme, dil gelişimi, sayılar, zeka ve hafıza güçlendirme gibi bilişsel gelişimlerine;
Yine, resim yapma, boyama, kesme, yapıştırma, çeşitli fiziksel etkinlikler ve oyunlarla kaba ve ince motor becerilerinin gelişimine katkı sunar.
Kısacası, çocuklar yaşıtlarıyla birlikte oyunlar ve aktiviteler yaparken sadece öğrenmekle kalmaz, aynı zamanda özgüvenli bireyler olmanın da ilk temellerini atarlar.
Maria Montessori’nin eğitim felsefesini yansıtan ve benim de çok sevdiğim, "Yalnız yapmam için bana yardım et" sözüyle bitirmek istiyorum.
Dilek İLGÜN
10 Ağustos 2024
Göçmenlik, mültecilik ya da sığınmacılık ne derseniz deyin adına, ülkenizden ayrılıp başka bir ülkeye gitmişseniz , hepiniz aynı duyguyu yaşıyorsunuz demektir; yarım kalmışlık, ait olamamak ve hiç tamamlanamamak!
Bir yarım kalmışlık hikayesidir aslında göçmenlik ;
içinde acılarımızla, hayal kırıklıklarımızla, Umutlarımızla, özlemlerimizle ördüğümüz.
Sizi ülkenizden iten neden ne olursa olsun; siyasi,ekonomik,akademik,savaş ya da daha iyi koşullarda yaşama isteği hepinizi aynı kader bekliyor aslında.
Kiminiz için bir tercih, kimimiz için bir zorunlu bir yolculuktur göçmenlik.
Arkanıza bakmadan, arkada bıraktıklarınızı hiç düşünmeden bir tek valizle yola çıkarken ve tek istediğiniz şey ordan bir an önce kurtulmak iken, aynı yere dönmek için bir ömür çürüteceğinizi aklınıza bile getiremezsiniz.
Sığındığınız o ülkede, ilk başlarda kendinizi değersiz, niteliksiz, korunmasız, kimsesiz ve aciz hissedersiniz!
En can alıcı ve acil sorununuz bir an önce dil probleminizi çözmektir.
En az bir yıl tam zamanlı bir dil okuluna gitmekle günlük sorunlarınızı halledecek aşamaya gelseniz de,kendinizi hiç bir zaman anadilinizdeki kadar iyi ifade edemezsiniz!
Diğeri ise; sahip olduğunuz diplomalarınızın doğrudan hiç bir anlam ifade etmediğidir,denkliğiniz elinizde sadece bir kağıt parçasından ibarettir.
Önce dil,sonra iş derken hayat kavgası içinde kendinizi unutsanız da unutamadığınız tek şey vardır; ülkeniz, geçmişiniz!
Özlemleriniz her gün artarak ve derin izler bırakarak büyür içinizde.
Şikayet ettiğiniz ve sizi rahatsız eden her şeyi özlerken bulursunuz kendinizi; ezan sesini, sokakta bağıran eskiciyi,kapıdaki çocuk seslerini,meraklı komşuları..
Sonra yıllar geçer ve yeni hayatınızı kabullenmeye başlarsınız, bu kabulleniş sizi biraz geçmişinizden uzaklaştırıp,farkında olmadan acılarınız ve ağrılarınızla yeni hayatınıza uyum sağladığınızı gösterse de , ne ülkenize dönme isteğiniz, ne de oraya olan hasretiniz hiç bitmez.
Bir valizle cesaret edip kaçtığınız ülkenize, bir valizle geri dönecek cesareti bulamazsınız bir daha!
Kültürüne uyum sağlamaya çalışırken kendinizden uzaklaştığınız,artık iki ülkeye de ait olmadığınızı anladığınız acı bir gerçektir mültecilik!
Geride bıraktıklarınıza , bir gün geri döneceğinizi umutla söyleseniz de;
Mehmet Uzun’ unun
“Ve sen hep ertelerdin gelislerini..
Birgün ülkede herkes esit olacak demek kadar
bos bir vaad gibiydi sözlerin.
Bu ülkede kimse esit olmayacak
ve sen hiç gelmeyeceksin sehrime...
Dizelerindeki kadar hayal kırıklığı,
Bruno Catalano’ nun heykelleri; yaşamdaki kayıplarına rağmen ,birer valiz ve eksik parçalarıyla hayatlarına devam edenler kadar gerçek,
Farid Farjad ‘dan “Robabeh jan” ı müziğindeki özlemi kadar acıdır göçmenlik!
06 Ağustos 2024
Aşk öldü…
Evet, gerçekten de aşk öldü. Artık gözlere, dudaklara, kaşlara, boylara, poslara şiirler yazılan aşklar yok! Aşklar, artık kalpte değil, bedendeki arzularda aranıyor. Elektrik alıyorsak seviyoruz, tenimiz uyuşursa seviyoruz, ekonomik ve sosyal beklentilerimizi karşılıyorsa seviyoruz!
Mecnun'un gözüyle gören gözler yok artık… Erkeklerin gözleri; iri göğüslü, dolgun dudaklı, yay kaşlı, fındık burunlu güzeller arıyor! Bir kuru soğanı sevdiğiyle paylaşan kadınlar da yok artık; evi, arabası, işi olan erkekler aranıyor!
Elini tutsan ölecek, yolda karşılaşsan kalbin durak sandığın aşklar yok! Yıllarca yolunu gözlediğin sevgili de öldü artık! Herkes ruh eşini arıyor, ruhsuz bir şekilde! Kimse bir ilişki yaratma ve yürütme derdinde değil, emek harcamadan, özveride bulunmadan aradıklarının altın tabakta sunulmasını istiyor kendine.
Aşkı öldürdünüz!
Sevişmek sanıp soyunduğunuzda, aynı şiiri başkalarına okuduğunuzda, "Aslında beni yanlış anladın" ikiyüzlülüğünüzde, herkesi aynı cümlelerle sevdiğinizde, aynı şarkıyı başkasına da hediye ettiğinizde, "Bu zamanda aşk mı kaldı?" inançsızlığınızda, "Biz sadece arkadaşız" kandırmacanızda, "Nasıl olsa beni seviyor" vurdumduymazlığında ve aşkı gerçeği kadar iyi taklit ettiğinizde, öldürdünüz.
Katilsiniz!
İçinde aşkı barındırmayan bir edebiyat düşünün, ne kadar da yavan olur! Sevdayı anlatmayan bir şiir mesela! Aşksız bir film! Tabii ki aşksız da olur her şey, ama aşkla başka olurdu!
Aşkı yeni nesillere aktarmak yapay zekalara kalacak, tıpkı yapay duygular gibi!