Masum bir kız çocuğu olan Narin Güran, köyünde vahşice öldürüldü.
Bu korkunç olayın ardından, köydeki herkes cinayetin arkasındaki gerçekleri biliyordu, ancak kimse konuşmadı,hâlâ da konuşmuyor.
Sessiz kalarak herkes suça ortak oldu.
Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi romanında anlatılan Santiago Nasar’ın öldürülmesiyle büyük bir benzerlik taşıyan bu olayda da, insanlar Santiago’nun öldürüleceğini biliyordu, ancak sessiz kaldılar.
Onu kurtarmak için kimse harekete geçmedi. Narin Güran cinayetinde de herkes gerçeği biliyor, ama kimse konuşmuyor.
Bu trajik sessizlik sadece Narin Güran’ın köyüyle sınırlı değil. Türkiye’de birçok kadın, eşleri ya da eski sevgilileri tarafından tehdit ediliyor ve şiddet görüyor.
Çevrelerindeki insanlar, bu kadınların tehlikede olduğunu biliyor.
Ancak çoğu zaman ne aileler ne de toplum onları koruyamıyor.
Tıpkı Kırmızı Pazartesi’de olduğu gibi, herkes gerçeği bilse de sessizlik bu trajedileri körüklüyor.
Kadınlar defalarca yardım istese de, sonunda göz göre göre öldürülüyorlar.
Her yeni kadın cinayeti, toplumun kolektif sessizliğinin bir sonucu olarak yeni bir Kırmızı Pazartesi yaşanmasına neden oluyor.
Bu noktada, ülkemizin simgelerinden biri olan Türk bayrağının üzerindeki kırmızı renk, bana artık sadece şehitlerimizin kanını değil, her gün öldürülen kadınların kanını da anımsatıyor. Türkiye’de kadın cinayetlerinin artışı, vicdanları kanatır hale geldi.
Belki de bugüne kadar öldürülen kadınların sayısı, şehitlerimizin sayısını aşmıştır.
Bu kanlı tablo, ulus olarak artık kanın içinde boğulma noktasına geldiğimizi gösteriyor.
Sonuç olarak, Türkiye’de kadın cinayetleri, bir ‘Kırmızı Pazartesi’ trajedisinin her gün yaşanan versiyonu haline gelmiş durumda.
Kadınların öldürüleceği bilindiği halde, sessizlikle karşılanan bu trajediler, toplumsal duyarsızlığın, bireysel sorumsuzluğun acı sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Dostoyevski’nin dediği gibi, "Kadına şiddet insanlığa ihanettir." Peki, bu ihaneti daha ne kadar görmezden gelip sürdüreceğiz?