İnsan, hayatının her anında bir yerlere yetişme çabasında. Zamanla yarışır, her fırsatta öne geçmek için koşuşturur dururuz. Sanki biz orada olmazsak bir şeyler eksik kalacakmış gibi bir telaş sarar benliğimizi. Oysa, var olsak da olmasak da hayat kendi yolunda akıp gider. Bunu ne zaman fark ederiz? Belki çok geç, belki de tam zamanında.
Geriye dönüp baktığımızda, yıllar önce her şeyin merkezinde olduğumuzu sanırken, aslında sadece kendimizi yıprattığımızı görürüz. Başkalarının kazanması için harcadığımız ömrün en değerli anlarını, başkalarına feda etmekle meşgul olmuşuz. Oysa, en çok ihtiyacımız olan hep kendimizmiş, ama bunu çoğu zaman geç fark ederiz.
İnsan, hayatın özünü kavrayamadığında aslında kendini kandırır. Zamanın ve yaşamın bizden bağımsız olduğunu idrak ettiğimizde, gerçek özgürlüğe ulaşırız. İnsanın en büyük yanılsaması, kendisini aldatmasıdır. Biz kendimizi kandırırız, başkaları değil. Yeniden güvenmeyi, sürekli aynı hataları tekrarlamayı bir döngü haline getiririz. Çünkü değişmek ya da değişebileceğimizi kabul etmek zor gelir.
Ancak bu kabul ediş, bir çöküş değil; aksine bir özgürleşmedir. Hayatın yükünü taşımak zorunda olmadığımızı, başkalarının beklentileri uğruna kendimizi harap etmememiz gerektiğini anladığımızda, gerçek anlamda yaşamaya başlarız. Ve işte o an, yıllarımızı telaşla, kaygıyla ve yetişme çabasıyla geçirmiş olmanın pişmanlığı gelir. Zamanla yarışamayız. Zaman, insanı daima yener.
Çocuklukta bıraktığımız heyecan ve saflık, yıllar sonra pişmanlık olarak karşımıza çıkar. Ama bu pişmanlıklar, bize ders veren birer öğretmen gibidir. Kısa bir an durup kendimize bakmak, belki de en önemli farkındalığımız olur. Hayatımızı bir dağ gibi görürken, aslında o dağı kendi ellerimizle küçülttüğümüzü fark etmeyiz. Gerçek yaşam, belki de bu farkındalıkla başlar.
Telaşla koştururken, varış noktamız hep aynı yere çıkıyor: Geç kalmışlıklara.
Bu yüzden... Kendinize yetişin, ertelemeyin.