Hayatın kendisi, çoğu zaman anlam veremediğimiz bir akışın içinde ilerler. Düğüm düğüm olmuş olaylar, elimizden kayıp giden anlar, istediğimiz gibi şekillendiremediğimiz zaman dilimleri… Aslında tüm bunlar, hayatın bize bir şey borçlu olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek demektir. Her ne kadar kontrol etmek, yönlendirmek istesek de, hayat bizim çizdiğimiz yolları değil, kendi bildiği rotayı izler.
Hayat, çoğu zaman bizim planlarımızla alay eder gibi kendi bildiği yoldan yürür. İşte bu noktada karşımıza çıkan her olay, bir ayna gibidir; bize neyi değiştiremeyeceğimizi ve aslında neyi değiştirmemiz gerektiğini gösterir. Ancak o aynaya bakabilmek cesaret ister. Kimi zaman durup kendimize sormamız gerekir: Gerçekten bu kadar direnmek zorunda mıyım? Hayatın akışını değiştirmeye çalışmak yerine, onunla uyumlanmak belki de en büyük özgürlüktür. Bunu fark etmek, zorlukları kucaklamayı öğrenmek demektir; çünkü her engel, bir fırsatın kılığına girmiştir.
Bunu kabul etmek, başta zor gelir; çünkü insan, her şeyin onun iradesiyle şekillendiğini düşünmek ister. Ama özgürleşme dediğimiz şey, işte tam da burada başlar. Hayat, planladığımız gibi gitmediğinde, karşılaştığımız her zorlukta, bize bir şey öğretir: Akışa teslim olmak. Teslimiyet derken bir boyun eğme, çaresizlikten gelen bir kabullenişten bahsetmiyorum. Bu, hayatın doğal düzenini fark etme, olanı olduğu gibi görme ve onunla birlikte yürüyebilme yeteneği.
Her karşılaştığımız zorluk, her yaşadığımız kayıp ya da engel, hayatın bize sunduğu doğal bir ders gibidir. Ne kadar karşı koyarsak, o kadar yorgun düşeriz. Ama o dersleri kabul edip, içselleştirdiğimizde, akıntının bir parçası haline geliriz ve özgürleşiriz. Hayatı kontrol etmeye çalışmak yerine, onunla uyum içinde olmayı seçmek, insanı en derin yerden özgür kılar.
Bu bakış açısını benimsemek, bizi daha hafif kılar. Hayatın ağırlığı üzerimize çökmektense, biz onunla dans etmeyi öğreniriz. Belki de en derin huzur, bu akışa kendimizi bırakabildiğimizde gelir. Ve işte o zaman hayat, bize borcunu öder: Özgürlüğü.